18 Eylül 2010 Cumartesi

teslimiyet - yusufçuk

oğuz kımıltısız karşısındaki tabloyu izliyordu. kalabalık etrafından dolaşarak yoluna devam ediyor, diğer tablolara doğru hareketini sürdürüyordu. oğuz ise diğer tabloları umursamıyor, önündeki tablodaki yüzü dikkatle inceliyordu. bu özel ilgiyi sonuna kadar hak ediyordu tablo. tablodaki yüzde ince bir alay ve çekici bir gülümseme vardı. ilk bakışta kendine hayran bırakan bir güzellikti bu. oğuz ise bu ifadeyi takınabilen bir ademoğlu olabileceğine inanmıyordu. kaldı ki bu yüz kendisine aitti. 
resme bakan kadınların oracıkta aşık olacağını düşünüyordu. o da gelip geçen kadınların yüzlerine dikkatle bakıyor, bir umut dileniyordu. ama beklediği tepkiyi alamıyordu. baktığı yüzlerde istediği ifadeyi bulamıyordu. bunun sebebini anlaması ise çok sürmedi. kalabalığın ortasında çırılçıplak olduğunu fark etti. derin bir utanç duygusuyla elleriye apış arasını kapatmaya çalıştı. ama o sırada bir el bileğini kavradı. ve hızla kapıya doğru sürüklemeye başladı. güçsüz ve yaşlı bir adamdı onu kolundan sürükleyen. ama oğuz’un gücü yetmiyordu bu cılız elden kurtulmaya. kısa ve umutsuz bir mücadeleden sonra kapının önünde buldu kendini.
soğuğu teninde hissetti ama üşümedi. yağmur tüm bedenini kat edip bacaklarının arasından kayıp giderken, ıslatmıyordu bile. gözlerini göğe kaldırdı. gri gökyüzü şehrin üstünü kaplamış, güneşi yutmuştu. cebinden sigarasını çıkardı. yakamadı. parmaklarının arasında tuttu. ateşi unutmuştu bir yerlerde. sokak boştu. ateş isteyecek kimse yoktu.
çaresizce sağa sola bakınırken uyandı. saat henüz erkendi. mesaiye çok vardı. yine de kalktı ve hızlıca giyindi. yüzünü yıkadı. ağzı kül tablası gibiydi. dişlerini fırçaladı. bu hijyen de fazla geldi. bir sigara yaktı kapıdan çıkarken. pazar günleri işkenceye dönenleri saymazsak, kahvaltı yapmayalı bir kaç yıl olmuştu. aç karnına sigara içmek sorun değildi. hatta seviyordu bile. her gün aynı tadı garanti ediyordu. kendinden bekleneni veriyor, fazlasını da vaat etmiyordu. 
mağazalar yeni açılıyordu. kepenk seslerine alışkındı. korna seslerine de. ama bugün fazladan bir de kuş sesleri geliyordu. dün gece kurduğu kaçıp gitme hayalini hatırladı. gülüp geçti. üstünde durmaya değmezdi. o yalnızca akşamları hayal kurardı. sabahları hayal kurmak kent yaşamına uygun değildi. 
sonbaharın renkleriyle uyumlu, soluk devlet binasına yaklaşırken sigarasını fırlattı. dudaklarının arasına sıkışan, hiç söyleyemediği sözler gibi boşluğa doğru süzüldü izmarit. yere değdiğinde bir kıvılcım sıçradı. o kıvılcımı oğuz’dan başka gören olmadı. kapıdaki görevlileri başıyla selamladı. bugün daireye gelen ilk kişi o olmalıydı.
merdivenleri sessizce tırmandı. mühendis odası yazan kapıdan içeri girdi. oda boştu. o saatte boş olması da doğaldı. masasına oturdu. yıllardır devlet dairesinde durmaktan, devlet memuru gibi davranmaya başlayan bilgisayarının açılmasını beklerken bir sigara yaktı. derin bir nefes çekti. sonra o geldi. bir yusufçuk. açık pencereden hızla içeri girip masasına kondu. şeffaf kanatları, metalik yeşil gövdesi ve mavi kuyruğuyla bir şaheserdi. sanki bu dünyadan değil gibiydi. zaten bu dünyadan olanların oğuz’la işi olmazdı.
oğuz sigarası bitene kadar yusufçuğu izledi. kocaman gözleriyle o da oğuz’u izliyor gibiydi. bir süre sessizce bakıştılar. kimseyle bu kadar uzun süre bakışmamıştı. bu sessiz birliktelik oğuz’u etkiledi. sanki anlıyormuş gibi bakıyordu yusufçuk. anlamasına imkan yoktu, biliyordu. ama oğuz’un içinde bir çocuk anlaşıldığına inanmak istiyordu.
sigarasını söndürürken ürktü yusufçuk ve havalandı. oğuz derin bir pişmanlık içinde onun camdan çıkışını izledi. telaşla pencereye koşturdu. yusufçuk hala pervazda duruyordu. bu kez oğuz’a bakmıyordu. çirkin devlet binasının kendisi kadar çirkin manzarasını izliyordu. görebildiği sürece onu izlemek istiyordu oğuz. ama o tekrar havalandı. bu kez gerçekten gidiyordu. binanın cephesine bir kaç santimetre uzaklıkta dönüp durdu bir süre. döndükçe de alçalıyordu. bir alt katın penceresine ulaştığında havada çizdiği daireleri durdurdu. bir kaç metre uzaklaştı ve hızla pencereye hücum etti. açık pencereden içeri daldı.
son zamanlarda onu anlayan tek yaratığı  görebildiği son ana kadar takip etmek istiyordu. ama ne kadar bekleyebilirdi burada? hem ne zaman çıkacağı da belli değildi pencereden. hiç çıkmayabilirdi de. diğer mühendisler geldiğinde burada durmasının anlamını izah edemezdi. alt kata inmek o odayı bulmak geçti içinden. bu düşünce filizlendiği anda heyecanlanmaya başladı. ama kimin odasıydı kim bilir. hem ne diyecekti? çok saçma bir fikirdi bu ama aklına girmişti bir kere. bir süre daha bekledi pencerede. kendi kendine “saçmalama oğuz” deyip duruyordu. bir yanının çoktan merdivenleri inmiş olduğunu, bir bozguna uğramışlık duygusuyla fark etti. artık kaçışı yoktu.
düşercesine merdivenleri indi. hala kendine inanamıyordu. adını deli mühendise çıkarmak üzereydi. kendi odasının tam altında olması gereken kapıyı buldu. mimarların ofisiydi burası. bu kurumda mimar olduğunu bilmiyordu. kapı açık olsa ne olurdu sanki diye düşündü. uzaktan bakabilirdi en azından.
okul yılları geldi bir an aklına. okul müdürünün odasının önünde yaptığı o saçmalık. kapıyı çalar gibi yapıp kaçmıştı. yaşadığı heyecan inanılmazdı. son anda kurtulmuş olma hissinden de garip bir haz almıştı. yine yapmak istedi. ama formdan düşmüştü belliki. etrafı kontrol etmeyi unutmuştu. kapıyı çalar gibi yaptıktan sonra çocuksu bir gülümsemeyle arkasını döndüğünde karşısında o vardı.
- duyulmasını istiyorsanız daha sert vurmalısınız.
***********
devam edecek…

Hiç yorum yok: