14 Ekim 2010 Perşembe

yok

kadın, ellerini dudaklarında gezdirdi. doğru cümleyi dudaklarının yüzeyinde arıyordu. bu durumda söylenebilecek doğru bir cümle olsa belki de bulacaktı. garip bir heyecan, bir korku duyuyordu. az sonra neler yaşayacağına duyduğu merak ya da geceden kalma bir damla haz dudağının kenarında asılı duruyordu. ağzını açtığında düşeceğini bile bile şöyle bir şeyler geveledi.
- dün gece serhat’ta kaldım.
adam, doğrudan kadının gözlerinin içine bakıyordu. parlak ve keskin bakışları, birer cam parçasına çevirmişti gözlerini. kör etmek için bakıyordu adeta. kadınsa gözlerini kaçırıyor, önündeki masa örtüsünden başka bir yere bakmıyordu. sanki adama değil de masa örtüsüne anlatıyordu.
cevap geciktikçe kadın bocaladı, masa örtüsüne mazeretlerini sıralamayı sürdürmekten başka yol bulamadı. ama sözleri artık havada yol alamıyordu. etrafa saçılan sözcüklerden bir kaçını duyar gibi olsa da anladığı tek şey aldatıldığıydı adamın. içinde ölen birini diriltmek ister gibi derin bir nefes aldı sonra. bir şeyler söyleyecek sandı kadın. ama tek söz çıkmadı hafifçe aralanan dudaklarından. 
- bir şeyler söyle. istersen söv ama tek bir şey söyle.
kadın masa örtüsüne bakarak bir tek cümle dileniyordu. belki de bir ses bile yetecekti. oysa ne masa örtüsü ne adam suskunluğunu bozdu. kadın masa örtüsünün ucunu kıvırdı. bir ses işitmek için acı çektirmek gerektiğini düşünüyordu belki de.
- onu hep sevdim biliyorsun. daha en başında onu unutamadığımı, seninle olsun istediğimi ama yapabileceğimden, dayanabileceğimden emin olmadığımı söylemiştim.
canı yanan masa örtüsü gibi adam da sessiz bir çığlık attı. sıktığı dişleri gıcırdamıyor, soluğu havayı sessizce yarıyordu. kalbinin sesi derinlere gömülmüş, boğuk bir çığlık gibi göğüs kafesini aşamıyordu. sıkılmış yumruğu bir an gevşedi. cansız masaya devrildi eli. can çekişen eli kadın fark etmedi. adam doğrudan kadının gözlerine bakmayı sürdürünce, kadın masa örtüsüne şikayet etti adamı.
- bakma bana öyle. 
bitmişti. tartışacak, konuşacak, anlaşacak hiçbir şey bırakmamıştı serhat. tüm dünyanın en değersiz, en aşağılık yaratığına dönüştürmüştü adamı. ve artık asla dokunamayacağı bir beden, bir et yığını bırakmıştı kendisine sadece. kadın son kez yalvardı. 
- lütfen bir şeyler söyle. sanki yokmuşum gibi davranma. 
adam, kalktı oturduğu yerden. kadın son bir umutla adamın gözlerine yalvardı. adamın gözlerinde bir cenaze, bir ağıt, elini cebine attı. bir kaç tane bozukluğu masaya bıraktı. sandalyenin arkasındaki ceketini sol eliyle kavradı. sağa doğru arkasını döndü. ceket yerinden kurtulurken, sandalye yere devrildi.
adam arkasını dönmedi ama gürültüye dönüp bakanlar oldu. üzerinde bir kaç bozukluk olan bir masa ve devrilmiş bir sandalyeden başka bir şey görmediler. zaten görecek başka bir şey de yoktu.

3 Ekim 2010 Pazar

teslimiyet - final

günün en güzel saatiydi. işten çıkmış, yemeğini yemiş, kendini dışarı atmıştı. bugün kimseyle görüşmeyeceği evden çıkarken yanına aldığı kitabın arasındaki kağıt ve kalemden belliydi. belli ki biraz okumak, bir kaç cümle karalamak istiyordu.
yorgun adımlarla ilerledi oğuz. kimseyi görmek istemiyordu, hiçkimseyi. kendine bile tahammülü kalmamıştı. nasıl bu hale geldi anlamak mümkün değildi. kader veya tanrı varsa nasıl bu garip tesadüfleri alt alta sıralayarak kalan tüm yaşama sevincini elinden alabilmişti.
neredeyse gerçek olamayacak kadar güzel başlayan hikaye nasıl bir anda bitti. anlamak imkansızdı. bir bedenin kaldıramayacağı kadar çok sevmişti onu oğuz.
geçen yıl bu zamanlardı. o bir mimardı. ve oğuz da mühendis. o güzeldi. ve çocukluk aşkıydı. yıllar sonra yeniden bulmuşlardı birbirlerini tesadüfen. tanımamışlardı birbirlerini ama. oğuz’un yalanı onları tesadüfen çocukluklarının geçtiği yere götürünce her şey netleşmişti.

ve sonra aylarca birliktelerdi. oğuz ilk kez yaşadığını hissetmişti. o bir kaç ayda tüm hayatına yetecek kadar mutluydu oğuz. deniz de öyleydi belki ama bu oğuz’un hikayesiydi sonuçta.
ve sona gelindiğinde oğuz’u yalnız acı bekliyordu. ve o acı sonun ardından aylar geçmişti. muzaffer amcanın yerine geldi oğuz. oturup bir kahve söyledi. sütsüz ve şekersiz. bu değişikliğin sebebi, ruhunda hissettiği derin acının birazını olsun bedeniyle paylaşabilmekti. midesini delmek, kusursuz bir formüldü. sigarayı da arttırmıştı ama bunun sebebi acıyı paylaşmak değil sonlandırmak ihtiyacıydı.
kalemi eline aldı ve rastgele karalamaya başladı;
“biraz anılardan, biraz hayallerden… geçmişten, gelecekten bir kadın yarattım. umutların yeşerdiği, hayallerin tuz buz olduğu bir beden. uykusuz gecelerin bir sonucu. biraz delilik, biraz konuştuklarımdan, biraz dinlediklerimden, izlediklerimden ve okuduklarımdan yarattım onu. sonra da yalanı sevdim. hem onu hem diğerlerini.
nasıl oldu da bu kadar var olabildi. nasıl gerçeğe bu kadar yaklaşırken o, ben bu kadar hayale dönüştüm. o geleceğe yol alırken salına salına, ben geçmişe kapandım bir anı gibi. geleceği özlüyorum. geleceği. ya da geçmişi hayal ediyorum, yeniden yaratıyorum bir ömrü defalarca.
kaderin elinden alıp kamerayı baştan çekşyorum tüm sahneleri. içimde kalanları söyleyebildiğim kitaplar yazıyorum. filmler çekiyorum. hikayelerde can buluyorum yeniden. yalandan.
ben öldüm aslında yıllar önce biliyor musun? öldüm ve dirilmeden yaşadım. kendimden uzakta bir ömrü, neredeyse tükettim. hala yalnızım. kendimden bile daha yalnızım. ben sadece herkesim. o yüzden kendim olamıyorum. o yüzden ne yalnız kalabiliyorum, ne yalnızlıktan kurtulabiliyorum.
ve şimdi bir de o var. kendi ellerimle yarattığım o armağan. tanrı varmış gibi yapmasaydım belki de duracaktı tüm bu kakafoni. çünkü ben yalnızca bir bedenim yıllardır. içimde bir ruh yok. ama tanrının saati durmadı hiç. o armağanı kabul ettirdi bana.
hala çok yalnızım. bazen kendimden bile… yani herkesten. kalem bitse de benden önce. yazmak durmayacak. yazmak hep olacak. ve gerçek hepimizden büyük. o kadar büyük ki sonsuz bir klavyeye benziyor. o sonsuz klavyede sırayla tuşlara basıyorum ben de hiç düşünmeden. sonra ona kader diyorlar. bana da tanrı. oysa nasıl olur? tanrı ne tuşa basan ne tuşları sıralayan. tanrı benim. yani herkes.
ve ben yokum. ve siz de yoksunuz. tanrı yıllar önce öldü hatırlarsanız. bir balede ayağını kırdı. sonra kangren olmasına rağmen ayağının kesilmesine izin vermedi. işte o yüzden öldü tanrı. narsizmden.
ölmüş bir dünya ve biz şarlatanlar varız buralarda. ne tanrı var ne de diğerleri. biz sadece bir bok çukuruyuz. elleri tanrının kanıyla bulanmış paçavra bedenleriz.”

tüm bunların ne ifade ettiğini anlamak çok da güç değil. inancı sarsılmış bir adam oğuz. kafası da oldukça karışık. herkesten nefret ediyor. ve bu nefretten kendi payına düşeni de fazlasıyla alıyor. peki neden?
yıllar önce oğuz’un babasıyla deniz’in babası birer militandı. biri sağcı diğeri solcu iki militan daha kötüsü. oğuz’un babası ve grubu bir yerlerde deniz’in babası ve grubuna rastlamıştı. gecenin bir yarısıydı. bir grup içki masasından kalkmıştı, diğer grup da  bir toplantıda şiddet kararı almıştı. ve kararlarını uygulamak için pek sıkıntı yaşamadılar. iki grup karşılaştığında önce sözlü tacizler duyuldu. sonra bağırışmalar. ve sonunda da silah sesi.
deniz’in babası o gün öldü. ve öldüren de hiç bulunamadı. o gece tetiği çekenin kim olduğunu bilenler de vardı ama kendilerine saklamak zorundaydılar. yıllar sonra deniz bunları öğrendiğinde hıçkırıklara boğuldu. ama nedeni yitirdiği aşkı mı yoksa babasının ölümünü yeniden anmak mı bunu ben de bilmiyorum.
evet oğuz’un hikayesinin sonu böyle acı tesadüflerle bitti. belki inandırıcı bulmadınız oğuz’un hikayesini. bu kadar tesadüf fazla gelmiş olabilir. ama belki de tesadüflerin sebepleri başka tesadüflerdir. kim bilir? mesela çocukluklarını tesadüfen aynı mahallede geçirmiş olmaları belki de tesadüf değildir. deniz’in annesi ve oğuz’un babası bir zamanlar birbirlerini seven iki insan olamaz mı? sonra sırf farklı siyasi tercihleri olduğu için, o zamana özgü bir saçmalıkla ayrı kalmış olabilirler. sonra bir gün deniz’in annesi oğuz’un babasına yakın olmak için o mahalleye taşınmış olabilir. ve oğuz’un babası siyasi sebeplerden değil de sevdiği kadını elinden aldığı için deniz’in babasını öldürmüş olabilir. ve deniz’in annesi kocasını öldürdüğü için değil, aşık olduğu adamın oğlunun kızıyla birlikte olmasını istemediği için karşı çıkmış olabilir bu ilişkiye.
tüm bunları yazabilirdim ama her şeyi okuyucuya anlatmak zorunda mıyım? oğuz böyle derin acılar içindeyken onu bırakıp size mi yoğunlaşacaktım? kusura bakmayın ama bu çok bencilce. ve buna izin veremem. şimdi size anlattıklarımın dışında kalan hikayeyi siz düşünün isterseniz. ve ben oğuz’la ilgileneyim biraz. sizden daha çok onun bana ihtiyacı var.

*****
son

25 Eylül 2010 Cumartesi

teslimiyet - geçmişten bir an

kırmızı bir yaz akşamıydı. güneşin son ışıkları bulutları eriterek oğuz’un kısık gözlerine iniyordu. kamyonun kasasında en gerekli eşyalar vardı. anıları koyacak yer kalmış mıydı? işte gidiyordu. hayatının güzel bir başlangıcı olmasını sağlayan ilk aşk bitiyordu. kısık gözleriyle kırmızı bir yaz akşamı oğuz ilk kez terk ediliyordu.
olan biteni şaşkınlıkla izliyordu. eşyalar birer birer kamyona koyuluyor deniz ortalarda görünmüyordu. bir kaç gündür bir türlü ona ulaşamamış. her denemesinde hayal kırıklığına uğramıştı. son kez şansını denemek için, koşarak apartmana daldı oğuz. koşarak tırmanıyordu merdivenleri. denizlerin kapısına geldiğinde, hiç beklemeden tekmelemeye başladı kapıyı. uzun süre bir yandan deniz diye bağırıp bir yandan tekmeledi kapıyı. kapı sonunda açıldı.
deniz’in annesiydi kapıyı açan. “deniz evde yok.” nerede diye sordu oğuz, vazgeçeceğe benzemiyordu. ama istanbul’daydı deniz. çoktan göndermişti annesi onu. oğuz inanmak istemedi ama elinden bir şey gelmezdi. son söz hep büyüklerindi. gözleri iri iri açıldı. sonra yavaşça bir damla yaş bıraktı kendini. ardından diğerleri geldi. deniz’in annesi, elini çocuğun saçlarına doğru götürdü ama okşayamadı. bir acı bedenini sarmış gibi irkildi. durdu ve hadi evine git dedi oğuz’a.
oğuz ağır ağır indi merdivenleri. ilk yenilgisiydi bu. unutamayacağı ilk yenilgisi. apartmanın kapısına geldiğinde kafasını kaldırıp kamyonu süzdü. ve koşmaya başladı. kendi evlerine doğru koştu. evin duvarı beyazdı. ama bir çift el izi vardı duvarda. bir kaç gün önce deniz’in çamurlu elleriyle bıraktığı el izleri. 
oğuz ellerini çamura buladı ve akşam yiyeceği dayağa hazırlandı. babası bu el izlerinden hoşlanmıyordu. babası deniz’den de ailesinden de hoşlanmıyordu. onunla görüşmelerini istemiyordu. ve sonunda isteği olmuştu. artık görüşmeyeceklerdi.
***
devam edecek…

22 Eylül 2010 Çarşamba

teslimiyet - çamurlu eller

- duyulmasını istiyorsanız daha sert vurmalısınız.
- duyulmasını istemiyorum sanırım.
- neden?
- önemsiz bir şey için rahatsız etmek istemedim içeridekileri
- içeride kimse yok. 
- ah evet… madem öyle ben işimin başına dönsem iyi olacak.
- hayır hayır. diğer arkadaşım izinde. mimar benim.
- öyle mi? dedim ya önemsiz bir şeydi.
- iyice merak ettim şu önemsiz şeyi.
- şey… bir konuda bilgi almak istedim.
- nedir?
- mimari bir proje çizdirmek istiyorum da. hazır kurumda da bir mimar varken danışmak istedim. 
- buyurun içeri geçelim. bu arada adım deniz. siz?
- ben de oğuz. memnun oldum. 
odaya geçerlerken oğuz’un yüzündeki kızarıklık biraz olsun azalmaya başlamıştı. ama deniz’in harika gülümsemesi bir an olsun kesintiye uğramamıştı. gülmek ne çok yakışıyordu bu güzel yüze. kafasını kaldırıp bu güzelliği doya doya seyretmediği için sonradan kendine kızacağını tahmin etmesine rağmen, gözleri odanın farklı yerlerine odaklanıyordu. bir an için göz göze geldiklerinde ise,
“nedir bu mimari proje” diye sordu deniz. attığı yalanı unutmuş olan oğuz yeniden kızardı. başını önüne eğdi. o sırada yusufçuğu gördü. 
- e söyle bakalım şimdi ne yalan söyleyeceğim yusufçuk?
- uydur işte bir şeyler oğuz. çok mu zor?
- zor tabii. ya yalan söylediğimi anlarsa.
- anlamaz anlamaz. rahat ol. hem anlasa da hiç önemi yok.
- nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun anlamıyorum. sen soktun beni bu duruma.
- daha ne istiyorsun? şu kadının güzelliğine bak. ben olmasam rüyanda göremezdin onu. bu kadın senin maria puder’in olabilir.
- maria puder… evet bir yalan uydurmalıyım. ama ne?
- memleketteki eski evin restorasyonu diyebilirsin mesela.
…..
- çocukluğumun geçtiği evin restorasyonu için bir mimari proje çizdirmek istiyorum.
- ah ne güzel. bu çok eğlenceli olacaktır.
- evet o günlerin yeniden canlanması gibi olacak.
- isterseniz evi gidip beraber görelim. ben size yardımcı olabilirim bu konuda.
- gerçekten mi?
- tabii. neden olmasın? hem benim için de bir değişiklik olur.
- tamam o zaman. ben kalkayım. haberleşir, gideriz bir gün. ev zaten buraya yarım saat uzaklıkta.
- ah ne iyi. nasılsa burada aynı binada çalışıyoruz. 
- evet. 
- o zaman görüşürüz. 
- görüşürüz. iyi mesailer.
…..
oğuz kapıya çarparak da olsa çıkmayı başardı. çıkar çıkmaz da kendini tuvalete attı. titreyen elleriyle kızaran yüzünü yıkadı. yusufçuğa çok içten bir teşekkür etti. aynada günlerce silinmeyeceğine emin olduğu bir gülümseme ile kendine baktı. uzun zamandır başına gelen en güzel şeydi bu. heyecanlı ve mutluydu. yeni başlayan bir hikayesi vardı artık. kendi maria puder’ini bulmuş olabilirdi. 
mühendis odasına bugün ikinci kez girdi. ama bu kez sanki bambaşka biriydi. iki oda arkadaşına günaydın derken yaşama sevincini ve yüzündeki salak gülümsemeyi saklamak için çırpınıyordu. sanki yusufçuğun geldiği andan itibaren bir rüyada yaşıyor gibiydi. sanki o masadan hiç kalkmamış, bilgisayarın açılmasını beklerken uyuyakalmıştı.
gün bitene kadar deniz’i düşündü. gülerken dudaklarının aldığı şekli, odayı dolduran parfümünü, saçlarının rengini düşündü. saçlarını okşadığını, gözlerindeki pırıltıda aydınlandığını hayal etti. sonra o elleri düşündü. beyaz ve pürüzsüz elleri. kıvrımlarında bir oyun parkı saklıydı sanki o ellerin. büyüsüne kapılmamak elde değildi. ellerini düşündüğünde sanki çok uzun zamandır onu tanıyormuş gibi hissetmişti. yılar önce kaybettiği bir hayati organını bulmuş gibi yeniden hayata gözlerini açmıştı şimdi. gerçekten soluk alıyordu. kalbi yeniden atmaya ancak başlamıştı. 
mesainin sonuna yaklaşırken yanlış yaptığını düşünmeye başladı. daha tanımıyordu onu. ve acı çekme ihtimali de vardı bu yeni başlayan hikayede. evli bile olabilirdi. parmağına bakmamıştı. yoksa bakmış mıydı? öyle doluydu ki onunla, bunları düşünmek için geç kalmış olabilirdi. kapı vurulduğunda saat beşe yaklaşıyordu. “girin” dedi oğuz. mesai arkadaşları erken çıkmıştı. 
deniz kapı arasından uzanmış rahatsız edip etmediğini soruyordu. oğuz’sa “bu dünya eğer seni rahatsız ediyorsa, içindekilerle birlikte yok edebilirim” demek istiyor “ama hayır buyurun” ile yetiniyordu. akşama bir randevusu varmış ama iptal olmuş, isterse bugün gidebilirlermiş eve bakmaya.
oğuz o an kendini bir boşlukta yüzerken buldu. ağırlıksız ve hatta bedensiz bir halde. bugünün hayatının en güzel günü olduğuna emindi. tabi gidelim dedi. kapının kolundaki eline baktı. yüzük yoktu.
arabayı almak için oğuz’un evine kadar yürüdüler. sabah geçtiği yolları geri yürürken, hayatının nasıl bir anda değiştiğine hayret ediyordu. sabahki geniş caddeler şimdi oğuz’un sığamayacağı kadar küçülmüştü. kendini dev gibi hissediyordu onun yanında. arabaya binip de çocukluğunun geçtiği ilçeye gelene kadar meslek hayatlarından, devlet memuru olmaktan, üniversitelerinden bahsettiler. ikisi de uzun zaman bu şehirde olmadıklarını söyledi. yol biterken deniz’in de çocukluğunun bu küçük ilçede geçtiğini öğrendi oğuz. 
eve yaklaştıklarında ikisi de suskunlaştılar. nihayet oğuz arabayı park ettiğinde, deniz arabadan inip etrafa dikkatlice baktı. sonra hiç tereddütsüz oğuz’un çocukluğunun geçtiği eve doğru yürüdü. bahçe kapısını açıp evin arkasına doğru dolaştı. oğuz sessizce onu izledi. deniz etrafı kusursuz bir dikkatle inceledi. sonra evin bahçe duvarına doğru ağır adımlarla yaklaştı. durdu. izledi. yere eğilip ellerini çamurun içine daldırdı. avuçlarını evin duvarına yapıştırırken gülümsüyordu.
deniz duvardan uzaklaşıp, bahçe kapısına yürürken oğuz’un gözleri duvarda kalan el izlerindeydi. tatlı bir rüzgar esti sonra. rüzgar oğuz’un ruhunu bedeninden sıyırıp, yıllar öncesinden aklında kalan o kırmızı yaz akşamlarına doğru sürükledi. ilk aşkın büyüsüne uzanan içsel bir yolculuğa çıktı oğuz. deniz ile hikayelerinin asıl başlangıcına…
**** 
devam edecek…

18 Eylül 2010 Cumartesi

teslimiyet - yusufçuk

oğuz kımıltısız karşısındaki tabloyu izliyordu. kalabalık etrafından dolaşarak yoluna devam ediyor, diğer tablolara doğru hareketini sürdürüyordu. oğuz ise diğer tabloları umursamıyor, önündeki tablodaki yüzü dikkatle inceliyordu. bu özel ilgiyi sonuna kadar hak ediyordu tablo. tablodaki yüzde ince bir alay ve çekici bir gülümseme vardı. ilk bakışta kendine hayran bırakan bir güzellikti bu. oğuz ise bu ifadeyi takınabilen bir ademoğlu olabileceğine inanmıyordu. kaldı ki bu yüz kendisine aitti. 
resme bakan kadınların oracıkta aşık olacağını düşünüyordu. o da gelip geçen kadınların yüzlerine dikkatle bakıyor, bir umut dileniyordu. ama beklediği tepkiyi alamıyordu. baktığı yüzlerde istediği ifadeyi bulamıyordu. bunun sebebini anlaması ise çok sürmedi. kalabalığın ortasında çırılçıplak olduğunu fark etti. derin bir utanç duygusuyla elleriye apış arasını kapatmaya çalıştı. ama o sırada bir el bileğini kavradı. ve hızla kapıya doğru sürüklemeye başladı. güçsüz ve yaşlı bir adamdı onu kolundan sürükleyen. ama oğuz’un gücü yetmiyordu bu cılız elden kurtulmaya. kısa ve umutsuz bir mücadeleden sonra kapının önünde buldu kendini.
soğuğu teninde hissetti ama üşümedi. yağmur tüm bedenini kat edip bacaklarının arasından kayıp giderken, ıslatmıyordu bile. gözlerini göğe kaldırdı. gri gökyüzü şehrin üstünü kaplamış, güneşi yutmuştu. cebinden sigarasını çıkardı. yakamadı. parmaklarının arasında tuttu. ateşi unutmuştu bir yerlerde. sokak boştu. ateş isteyecek kimse yoktu.
çaresizce sağa sola bakınırken uyandı. saat henüz erkendi. mesaiye çok vardı. yine de kalktı ve hızlıca giyindi. yüzünü yıkadı. ağzı kül tablası gibiydi. dişlerini fırçaladı. bu hijyen de fazla geldi. bir sigara yaktı kapıdan çıkarken. pazar günleri işkenceye dönenleri saymazsak, kahvaltı yapmayalı bir kaç yıl olmuştu. aç karnına sigara içmek sorun değildi. hatta seviyordu bile. her gün aynı tadı garanti ediyordu. kendinden bekleneni veriyor, fazlasını da vaat etmiyordu. 
mağazalar yeni açılıyordu. kepenk seslerine alışkındı. korna seslerine de. ama bugün fazladan bir de kuş sesleri geliyordu. dün gece kurduğu kaçıp gitme hayalini hatırladı. gülüp geçti. üstünde durmaya değmezdi. o yalnızca akşamları hayal kurardı. sabahları hayal kurmak kent yaşamına uygun değildi. 
sonbaharın renkleriyle uyumlu, soluk devlet binasına yaklaşırken sigarasını fırlattı. dudaklarının arasına sıkışan, hiç söyleyemediği sözler gibi boşluğa doğru süzüldü izmarit. yere değdiğinde bir kıvılcım sıçradı. o kıvılcımı oğuz’dan başka gören olmadı. kapıdaki görevlileri başıyla selamladı. bugün daireye gelen ilk kişi o olmalıydı.
merdivenleri sessizce tırmandı. mühendis odası yazan kapıdan içeri girdi. oda boştu. o saatte boş olması da doğaldı. masasına oturdu. yıllardır devlet dairesinde durmaktan, devlet memuru gibi davranmaya başlayan bilgisayarının açılmasını beklerken bir sigara yaktı. derin bir nefes çekti. sonra o geldi. bir yusufçuk. açık pencereden hızla içeri girip masasına kondu. şeffaf kanatları, metalik yeşil gövdesi ve mavi kuyruğuyla bir şaheserdi. sanki bu dünyadan değil gibiydi. zaten bu dünyadan olanların oğuz’la işi olmazdı.
oğuz sigarası bitene kadar yusufçuğu izledi. kocaman gözleriyle o da oğuz’u izliyor gibiydi. bir süre sessizce bakıştılar. kimseyle bu kadar uzun süre bakışmamıştı. bu sessiz birliktelik oğuz’u etkiledi. sanki anlıyormuş gibi bakıyordu yusufçuk. anlamasına imkan yoktu, biliyordu. ama oğuz’un içinde bir çocuk anlaşıldığına inanmak istiyordu.
sigarasını söndürürken ürktü yusufçuk ve havalandı. oğuz derin bir pişmanlık içinde onun camdan çıkışını izledi. telaşla pencereye koşturdu. yusufçuk hala pervazda duruyordu. bu kez oğuz’a bakmıyordu. çirkin devlet binasının kendisi kadar çirkin manzarasını izliyordu. görebildiği sürece onu izlemek istiyordu oğuz. ama o tekrar havalandı. bu kez gerçekten gidiyordu. binanın cephesine bir kaç santimetre uzaklıkta dönüp durdu bir süre. döndükçe de alçalıyordu. bir alt katın penceresine ulaştığında havada çizdiği daireleri durdurdu. bir kaç metre uzaklaştı ve hızla pencereye hücum etti. açık pencereden içeri daldı.
son zamanlarda onu anlayan tek yaratığı  görebildiği son ana kadar takip etmek istiyordu. ama ne kadar bekleyebilirdi burada? hem ne zaman çıkacağı da belli değildi pencereden. hiç çıkmayabilirdi de. diğer mühendisler geldiğinde burada durmasının anlamını izah edemezdi. alt kata inmek o odayı bulmak geçti içinden. bu düşünce filizlendiği anda heyecanlanmaya başladı. ama kimin odasıydı kim bilir. hem ne diyecekti? çok saçma bir fikirdi bu ama aklına girmişti bir kere. bir süre daha bekledi pencerede. kendi kendine “saçmalama oğuz” deyip duruyordu. bir yanının çoktan merdivenleri inmiş olduğunu, bir bozguna uğramışlık duygusuyla fark etti. artık kaçışı yoktu.
düşercesine merdivenleri indi. hala kendine inanamıyordu. adını deli mühendise çıkarmak üzereydi. kendi odasının tam altında olması gereken kapıyı buldu. mimarların ofisiydi burası. bu kurumda mimar olduğunu bilmiyordu. kapı açık olsa ne olurdu sanki diye düşündü. uzaktan bakabilirdi en azından.
okul yılları geldi bir an aklına. okul müdürünün odasının önünde yaptığı o saçmalık. kapıyı çalar gibi yapıp kaçmıştı. yaşadığı heyecan inanılmazdı. son anda kurtulmuş olma hissinden de garip bir haz almıştı. yine yapmak istedi. ama formdan düşmüştü belliki. etrafı kontrol etmeyi unutmuştu. kapıyı çalar gibi yaptıktan sonra çocuksu bir gülümsemeyle arkasını döndüğünde karşısında o vardı.
- duyulmasını istiyorsanız daha sert vurmalısınız.
***********
devam edecek…

16 Eylül 2010 Perşembe

teslimiyet - giriş

günün en güzel saatiydi. işten çıkmış, yemeğini yemiş, kendini dışarı atmıştı. bugün kimseyle görüşmeyeceği evden çıkarken yanına aldığı kitabın arasındaki kağıt ve kalemden belliydi. belli ki biraz okumak, bir kaç cümle karalamak istiyordu.
bunları evde yapmak daha mantıklı olurdu. ama aile ile yaşamak zordu. hele ki onca yıl sonra. liseyi yatılı okulda bitirmiş, üniversiteyi başka bir şehirde okumuş, askerliğini de yine uzakta bir yerde yapmıştı. telefonda konuşmaktan da pek hoşlanmazdı. yazdan yaza ondaki değişimi görmek dışında ailesi onun kim olduğunu bilmiyordu. sadece yazdan yaza gidilen köylerdeki kavaklar gibiydi. yıldan yıla uzamasını ve sonunda kesilmiş olduğunu görüyordunuz. tıpkı o köylerde yaşayan uzak akrabalar gibi. çocuklar yıldan yıla uzuyor, yaşlılar yıldan yıla ölüyordu. ve o da köydeki uzaktan akrabalara dönmüştü ailesi için. yabancılaşmış. uzaklaşmıştı.
adımlarını yavaşça atıyordu. elleri ceplerinde soğuk havayı ciğerlerine çekiyordu. düşünceli bir hali vardı. yüzündeki görmeye henüz alışmamış olduğu çizgiler daha belirgindi bugün. otuz olmadan ne onu terk eden saçlarını ne de çizgilerini önemsemeyeceğini biliyordu. henüz bir yaşlılık emaresi olarak görünmüyorlardı. ilk sokaktan sağa saptı.
sadece yalnız geldiği bu yere hiçkimseyi davet etmemişti bugüne kadar. canı sıkkın olduğu, sürüden ayrılmak istediği bir gün tesadüfen bulmuştu burayı. dışarıdan bakıldığında bir kafeden çok bir antika dükkanını andırıyordu. ara sokakta olması dolayısıyla pek değişmeyen müşterileri vardı. aynı yüzler her akşam oradaydı. bir çoğu mekanın sahibi, garsonu ve aşçısı olan muzaffer amcayı tanıyordu. oğuz ise adını başkalarından duymuş. hiç sohbet etmemişti. muzaffer de diğer masalarda oyalandığı kadar onun masasında oyalanmıyordu. istenmediğini anlayabilen ve buna bozulmayanlardandı. yine de kayıtsız olmadığı aşikardı. oğuz’un farkındaydı.
- hoşgeldiniz. ne alırsınız?
- hoşbulduk. bir sütlü nescafe lütfen.
- tabi. getiriyorum.
babası yaşında bir adam tarafından hizmet edilmek rahatsız ediyordu oğuz’u. kadın olsa belki daha kolay olabilirdi. alışkın değildi yaşlı erkeklerin hizmet etmesine. bir an kendi babasını hayal etti ona kahve taşırken. görüntüyü gözünde canlandırmayı bile başaramadı. babası değildi sonuçta, vicdan muhasebesi anlamsızdı. yine de ilk geldiği zamanlara göre epey yol kat etmişti oğuz. ilk zamanlar sigarasını saklıyordu patron garsonla göz göze geldiğinde. sanki kül tablasını boşaltan o değilmiş gibi. 
kahveyle birlikte şekerlik de getirdi muzaffer amca. şekerlikten dört tane şeker aldı muzaffer. üçünü fincana atıp karıştırdı. diğerini de tadına baktıktan sonra atıp tekrar karıştırdı. kitabın kapağını açtı. kahvesinden bir yudum alıp ilk cümleyi okudu. “şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır.” bir zamanlar ilk cümlenin bir romanın tamamını ele verdiğini duymuştu. kitabı kapattı ve cümleyi önündeki not kağıdına yazdı. uzun uzun baktı.
önemli biri vardı kitapta belliki. o her kimse kitap da oydu. sonra kendi hayatını düşündü oğuz. kendisini böyle etkileyen kimse olmamıştı. ama daha erkendi belki de. henüz onunla tanışmamış olabilirdi. belki de bu akşam dedi oğuz. belki de bu akşam onunla tanışacağım akşam. peki o zaman kim olabilirdi?
belki tam şu anda buradaydı. kafasını kaldırıp, etrafına baktı. üç masa vardı. ve aradığı kişin üç masada da olmadığına emindi. bu mekan için doğaldı. menüde kahvenin dışında huzur ve saygı vardı. dostluk yoktu. tam karşısında konuşacak bir şeyleri kalmamış bir çift, cep telefonlarına gömülmüş sıkılıyorlardı. onların çaprazında iki sivilceli hayat doluydu. oğuz’un özellikle uzağına oturduğu masada ise dedikodu yapan orta yaşlı kadınlar vardı. diğer iki masa boştu. ve muhtemelen gece boyu boş kalacaktı. 
umutlandığı o kısacık andan sonra, tekrar kitabına döndü. raif efendiyle beraber önce ankara’da sonra berlin’de sokakları arşınladı. maria puder’e aşkını sanki yanındaki sandalyeye oturmuş anlatıyormuş gibi dinledi. raif efendi’yle derin bir dostluk bağı kurdu. ona kızdı, onu kıskandı. ve sonunda ona acıdı. “hayat yalnızca bir kez oynanan bir kumar ve ben onu kaybettim.” dediğinde gözlerinden yaşlar süzüldü. raif efendiyle garip bir bağ kuruldu arasında. sanki bir kitaptan okumuyor da onunla aynı dünyada yaşıyormuş gibi hissetti kendini.
aralarındaki garip benzerliklere şaşırdı. kendini ifade edemeyen, hiçbir şey isteyemeyen bir adamdı raif. peki oğuz’un ne farkı vardı ondan? daha dün dolmuşta “inecek var” demekten çekindiği için yarım saat yürümek zorunda kalmamış mıydı? o da raif gibi edilgendi. ve onu bundan kurtaracak bir kürk mantolu madonna da yoktu. “hayat yalnızca bir kez oynanan bir kumar”dı ve oğuz kaybetmeye mahkumdu. bu onun yazgısıydı.
hesabı ödeyip kafeden ayrılırken tek düşündüğü neden böyle bir yazgıyı kabullenmek zorunda kaldığıydı? buna bir müdahalesi neden olamıyordu. sanki gizli bir el onu her gün biraz daha sıkarak boğuyordu. kendine bu yazgıyı biçen ve ona hiçbir çıkış yolu bırakmayan o gizli eli bükmek, kırmak istiyordu. bir şeyler olabilirdi. daha iyi bir dünya mümkündü. bir süredir hep aklında olan gitmek arzusu, böyle zamanlarda daha da derinleşiyordu. uzak şehirlerin büyüsüne kapılıyordu.
****************
devam edecek…

25 Ağustos 2010 Çarşamba

deli

polise gittim. kaybettim dedim. onu kaybettim. bulun dedim. kim dediler. önemli dedim. çok önemli biri. benim için en önemli. en son nerede gördün dedi polis. rüyamda dedim. kızdı bana. dalga geçme dedi. dalga yok dedim. ne zaman gördün en son dedi. bir saat önce dedim. kızdı yine. git dedi. canımı sıkma dedi. gittim. 

bir adam gördüm yolda. ona sordum. kimi arıyorsun dedi. önemli dedim. çok önemli biri. ama kim dedi. rüyamda gördüm dedim. güldü. git dedi. bakırköy'e git dedi. orada bulurlar dedi. tamam dedim. sevindim. koştum.

meydana geldim. biletçiye dedim. ben onu arıyorum. gördün mü dedim. kim dedi. hemşehrim dedi. hatırlamıyorum dedim. güldü. deli dedi. üzüldüm. nasıl unuttum dedim. tüh dedim. biletçi kızdı. sövdü bana. tükürdüm diye kızdı. ben ona tükürmedim. kendime tüh dedim. ben de sövdüm ona. kızdı. koştum ben de. denize koştum. 

onu sordum denize. gördün mü dedim. cevap vermedi. yine sordum. yine söylemedi. sövdüm ben de. acı sövdüm. çok sövdüm. gülmedi kimse. kadın vardı. korktu o. çocuğu vardı ağladı. ağlama dedim. kadın kızdı bana. git dedi. çocuk ağladı yine. çok ağladı. 

kadın gitti. ben de gittim peşinden. onu gördün mü dedim. sövdü o da. çocuk ağladı çok. çocuk ağlama dedim. ağladı çocuk hep. sus dedim. kızdım ona. susmadı. ağzımı kapattım. kadın vurdu bana. sövdüm ben de. vurdum ona. çok vurdum. çocuk ağladı yine. çocuğun ağzını kapattım yine. çok ağlama dedim. nefesin bitecek. tuttum ağzını nefesi bitmesin dedim. morardı çocuk. 

polis geldi sonra. buldunuz mu dedim. onu buldunuz mu. vurdu polis. sopayla vurdu. çok vurdu polis. sonra onu gördüm. bana baktı, güldü. sevindim ben. neredesin? seni arıyorum dedim. güldü bana. sorma dedi beni. onlara sorma dedi. onlar bilmez beni. anlamaz seni. özledim seni dedim. nerede bulurum seni dedim. yine gidersen dedim. gitmek yok artık dedi. 

beraberiz bundan sonra.

22 Ağustos 2010 Pazar

büyümeyen çocuk


zaman nasıl da hızla ilerledi. oyuncaklar küçüldü. hayaller tükendi. büyüdüm. ama hiçbir zaman büyümeyi kabullenemedim. bu sorunu çözmenin bir yolu olmalıydı. ben çocuk olarak kalmak istiyordum. ve bunu bana verebilecek kim varsa anlaşmaya hazırdım.

peter pan’ı bilirsiniz. hiç büyümeyen çocuk. o bunu başarabilmişse ben de yapabilirdim. bunun üzerine araştırmalarıma başladım. aklıma gelen her yerde çocuk olarak kalabilmenin bir yolu olup olmadığını aradım. ve sonunda bir ipucu yakaladım.
çok da uzak olmayan bir yerde hiç büyümeyen bir çocuk olduğunu öğrendim. yalnız onunla temasa geçmek gerçekten zordu. çünkü rüyalar ülkesinde yaşıyordu. 

onunla nasıl temasa geçebileceğimi bilmiyordum. o yüzden aklıma gelen her şeyi denedim. büyü yaptım. transa geçtim. dualar ettim bütün tanrılara. ve sonunda bir gece rüyalar ülkesi olduğunu sandığım bir yere geldim.
masmavi bir gökyüzü, şeker pembesi ve beyaz bulutlar, gök kuşağından kaydıraklar, pastel boyadan çimenler ve sirk çadırları. tam bir panayır alanıydı. her yerden çocuk sesleri geliyordu. sanki teneffüs zili çalmış da önlüklü çocuklar okulun bahçesine fırlamışlardı. bu güzellik karşısında dilim tutulmuş seyrederken ben, bir kız çocuğu yanıma doğru yaklaştı. bu harika yerde bir yetişkin olarak çok dikkat çekiyor olmalıyım diye düşündüm.
yedi sekiz yaşlarında çok güzel bir kız çocuğuydu. ne kadar da şanslı bir çocuktu. aradığım çocuk o olmalıydı. gülen gözleri mutluluğun ve masumiyetin tanımıydı. şimdiye kadar kimseyi onu kıskandığım kadar kıskanmadım. ona nasıl böyle büyümeden kalabildiğini sordum. bunun cevabını ben sana veremem dedi. bunu boş kovana sormalısın. boş kovanın hikayesini dinlersen o sana nasıl böyle büyümeden kalabildiğimi anlatır dedi.

ve uyandım. tahmin edersiniz ki hiçbir şey anlamadım. boş kovan kimdi? neydi? onu nasıl bulacaktım? yoksa şimdi de rüyama girmesi için onu mu bekleyecektim?

boş kovanı araştırmaya başladım. karanlıklar ülkesi diye bir yerde yaşadığını öğrendim. ve oraya gitmenin tek yolunun kabus görmek olduğunu. bu ilkinden çok daha zordu. rüyalar ülkesi güzeldi. büyümeyen kızı bulmak için oranın altını üstüne getirmiştim ama çok da eğlenmiştim.

yine de deneyecektim. sonsuza dek çocuk kalmanın, büyümemenin sırrını madem boş kovan biliyor. o zaman onu bulacaktım.

o geceden sonra rüyalar ülkesi yerine kabuslar ülkesine gitmek için uğraşmaya başladım. ne kadar korku filmi varsa izledim. aklıma ne kadar kötü şey getirebilirsem getirdim. uyumadan önce tıka basa midemi şişirdim. ve sonunda bir gece rüyamda kendimi tamamı yüksek kayalıklardan oluşan bir adada gördüm. sisli bir geceydi ve gök gürüldüyordu. adanın bir kenarında dağın içine doğru ilerleyen puslu bir vadi vardı. ama tek bir adım dahi atmaya cesaret edemiyordum. etraftan garip fısıldamalar geliyordu ve gök gürültüsü o sesleri daha da korkunç bir hale getiriyordu. neredeyse vazgeçmek üzereydim ki uzaktan bana doğru yaklaşan titrek ve soluk bir ışık gördüm.
ışık yaklaştıkça şaşırarak fark ettim ki gelen yarı yarıya çürümüş katrana bulanmış bir saldı. üzerinde bir tane direk ve tepesinde de paslı bir fener vardı. fenerin ışığı altında salın üzerine çıktım. yavaş yavaş hareket ediyorduk sislerin içinde. suyu göremiyor, yalnızca gök gürültüsü ve fısıltılar arasında sesini duyabiliyordum. sivri uçlu kayalıkların arasında ilerlerken tek istediğim oradan uzaklaşmaktı. ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu beklemekten başka. sarp kayalıklar kapkara bulutlara dek uzanıyordu dar geçidin iki kenarında. fısıltılara bir de inleme sesleri eklendi. giderek yoğunlaşan bir inleme ve iç çekme sesleri salı kendine doğru çekiyor gibiydi ki sal aniden durdu. ıslak ve soğuk kayalıklara doğru adımımı atarken boş kovanı ve diğer her şeyi unutup hayatıma dönmeyi ister olmuştum. ağır ağır seslerin kaynağını aramaya başladım ve seslendim. “kimse yok mu?” 
bir anda inlemeler kesildi ve karanlığın içinden hastalıklı bir ses “kim var orada?” dedi.
“beni büyümeyen kız gönderdi. sen boş kovan mısın?” diye sordum.
“büyümeyen kız…” dedi gittikçe cılızlaşan bir sesle. ağlamaya dönüştü sesi önce ama sonra yeniden öfkelenerek bağırdı.
- ne istiyorsun benden?
- büyümemenin sırrını. çocuk kalmanın sırrını istiyorum.
- bunun için bir bedel ödemen gerektiğini biliyorsun değil mi?
- her türlü bedeli ödemeye hazırım. yeter ki çocuk kalabileyim.
- sen bilirsin. o zaman izle bakalım.

dedi. ve ardından etrafta olan her şey hareket etmeye, etrafımda dönmeye başladı. giderek daha hızlı döndü her şey. renkler, sesler iç içe geçti ve artık hiçbir anlam veremediğim bir renk kasırgasının ortasındaydım. neyse ki çok uzun sürmedi. tekrar yavaşladı renkler ve yeniden konumlanmaya başladı etrafımda. bir ev ve bir kalabalık yap boz parçaları gibi havada savrularak birleştiler. herkes dans ediyor ve bir şeyi kutluyorlardı. o sırada gelin ve damadı gördüm. bir düğündeyim evet. 
sonra renkler ve yap boz parçaları yeniden harekete geçti. bu kez yalnızca benim bedenim havada savruluyordu. parçalarım havada uçuşarak bir adamın avucuna doğru sürüklendi. şimdi bir silahın içindeydim. korkunç bir gürültüyle patlamaya başladı yanımdakiler. ve bende namluya doğru yükselmeye başladım sonunda soğuk çeliğin içinden hızla havaya doğru uçmaya başladım. düğün alanının tamamını görüyordum ve bütün şehri.yükseldim… yükseldim… ve sonra yeniden düşmeye başladım. hızla gökyüzünden yeryüzüne iniyordum şimdi. korkuyordum. yere yaklaştıkça hızlanıyordum. rüzgar bedenimde ıslık çalmaya başladığında onu gördüm. o kızı… ve anladım o an büyümemenin ve çocuk kalmanın bedelinin ne olduğunu. ve anlar anlamaz yine yap bozun parçaları gibi tuzla buz oldum. belki o an gerçek olsa, bir peri tozu gibi yağacaktım büyümeyen kızın başının üstüne ama ben kendimi bambaşka bir yerde buldum. parçalar yeniden birleşti ve şimdi bir sokak oldum. acı içinde kıvranan, bir çocuğun tabutunu kendine sığdıramayan bir sokak…
evlat acısını yüreğinde taşıyan o annenin ağırlığı altında eziliyordum. bir tabuta sığabilir mi yaşanamayan bir hayat? taşıyamadım o hiç yanamamış hayatın yükünü ve uyandım.
büyüyemeyen çocuğun hikayesini öğrendiğimden beri aslında büyüyebilmenin ve yaşlanabilmenin bu dünyanın gerçek mucizesi olduğunu kavradım. 

4 Ağustos 2010 Çarşamba

cennet

yıllar önce, kendi halinde yaşayıp giden bir köye, bir peygamber gelmiş. ahaliyi köy meydanında toplamış ve vaazına başlamış.
- sevgili kardeşlerim, biliyorum hepiniz iyi insanlarsınız. hepiniz tanrıyı sever. ondan korkarsınız. çok şükür ki tanrı da sizi sevmektedir. işte bu yüzden sizlere beni gönderdi.
peygamberin sözleri bitmeden kalabalıkta bir uğultu yükseldi. çok şaşırmışlardı. biraz korkmuş da olsalar bunu hak ettiklerini düşünüyorlardı. peygamber sözlerine devam etti.
- tanrı bana cennetin anahtarını sizlere dağıtma görevini verdi. ve işte anahtarlar.
bu sırada peygamber çantasından bir tane anahtar çıkardı. kalabalıktan ilkinden çok daha büyük bir uğultu yükseldi. üzeri değerli taşlarla süslü altından bir anahtardı bu. eğer güçlü bir kralın kılıcı falan değilse mutlaka cennetin anahtarı olmalıydı. peygamber elinde zor zar taşıyabiliyordu.
- bu anahtarlardan her birinize bir tane vereceğim. ama bilmenizi isterim ki bu anahtarların cennetin kapısını açması bir şart değildir. hepiniz biliyorsunuz ki cennetin kapısından yalnızca hak edenler girebilir.
son sözler ahaliyi biraz huzursuz etmişse de yüzlerindeki gülümseme sürmeye devam ediyordu.
“cennet kapısı köyün girişinde sizleri beklemekte. istediğiniz zaman gidip kapıdan girebilirsiniz.” dedi ve anahtarları birer birer dağıtmaya başladı.
pek çoğu anahtarı alır almaz köyün girişine doğru koşmaya başladı. ağır ağır evinin yolunu tutanlar da vardı ama bunlar pek azdı.
………….
bir kaç saat sonra köy meydanında sinirli bir kalabalık birikmişti. yavaş yavaş sahte peygamber sesleri yükselmeye başlamıştı ahaliden. kapıyı açabilen çıkmamıştı.
köyün papazı bile kalabalığa dahildi. sahte peygamber lafını da o bulmuştu. bu öfkeleriyle peygamberi ellerine geçirseler parçalayacakları kesindi.
curcuna sürerken, uzaktan ağır ağır gelen yorgun peygamberi gördüler. kalabalıktan sinirli sesler, küfürler çıkıyordu.
“bu kapıyı artık burdan kaldırmalısın. köyde ne kadar iyi yürekli adam varsa kapıyı açmayı denedi. ama kimse açamadı. demek senin kapın bozuk. hiçbirimiz mi hak etmedik cenneti.” diye bağırdı papaz. köyün zenginlerinden bir kaç kişi de yanındaydı.
peygamber kapıyı en az bir kişinin açması gerektiğini söyledi. kimsenin cennet kapısını açamayacağı yerlere tanrı onu göndermezdi.
hepiniz kapıyı denememişsiniz. hala anahtarı kullanmayan bir kişi olmalı.
kimin denemediği tartışıla dursun. bir kişi bağırdı. köyün en hovarda, en umursamaz, pazar vaazına dahi gelmeyen adamının adını söyledi. tanrı beni cennetine almaz ben evime gidiyorum demişti. sizler cennete gidin.
köylüler arasında bir homurtu yükseldi. ne demek istiyordu bu adam. bunca inançlı adam hatta papaz bile kapıyı açamazken bir serseri nasıl olur da kapıyı açabilirdi.
hepsi birden köyün serserisinin evinin yolunu tuttular. kapıya dayandılar. ısrarla kapıyı yumruklayan köylü adamın sabrını taşırdı ve kapıyı açtı. yarı çıplaktı ve elinde şarap şişesi vardı. arkadan sarhoş birkaç kadının kahkası yükseliyordu.
köylüler tiksinerek baktılar. nasıl olur da bu adam cennetin kapısını açabilirdi. bu mümkün değildi.
sordular adama “neden hala anahtarı denemedin?”
adam güldü ve “denemediğimi nerden biliyorsunuz?” diye sordu.
yine bir homurtu başladı. ve kime kızacağını şaşırdı ahali. tanrıya mı kızacaklardı şimdi?
“ben çoktan denedim anahtarı. kapıyı da sonuna kadar açtım.”
herkes afallamış adama bakıyorlardı. nasıl olur. öyleyse neden burdasın cennette değilsin dedi köylüler.
adam yine sırıttı. “işte cennet” dedi adam. “şarap da huriler de burada. siz neden o kapının arkasında arıyorsunuz? ben asıl onu anlamıyorum” dedi adam. ve sırrını  açıkladı. anahtarı bir kuyumcuya satmış ve kendi evinde cenneti kurmuştu kendine.
köylüler iyice sinirlendi. nasıl olur da satarsın tanrının sana yolladığı cennet anahtarını diye sitem ettiler.
adam da cevap verdi. siz nasıl olur da tanrının kendi elleriyle size sunduğu bir külçe altını bir kapıyı açmak uğruna yok edersiniz?

delik

- ya kızlar acilen alışverişe çıkmamız lazım
+ niye?
- delik almam lazım. akşama düğün var ama kıyafetime uygun bir deliğim bile yok.
+ daha yeni almadın mı kız sen indirimden kırmızı deliği?
- ya iyi de o spor delik. usturuplu olmam lazım. ciddi bir yere gidiyorum herhalde.
+ ya o zaman gidelim. bakalım biraz. benim de canım çekti bak şimdi.
- sen de gelsene canan.
* yok ya siz gidin ben gelmeyeceğim.
- hahahah yoksa yine napcaksın deliği mi diyeceksin?
* evet diyeceğim…ne yapacaksın deliği?
- ya sen de garipsin ha. o acaip kitapları okudun sapıttın iyice.
* o acaip kitaplardan sen de oku istersen.
- tabi tabi o zaman deliğe ihtiyacım kalmaz değil mi?
* kimin ihtiyacı olabilir ki bir deliğe?
- ya kızım saçmalama deliksiz nasıl yaşar insan?
* delik çıkmadan nasıl yaşıyodunuz?
+ valla ben de arada soruyorum kendime. nasıl yaşamışız onca sene? çok acaip değil mi ya?
- tabi ya. rezaletmiş resmen.
* iyi! siz gidin o zaman. ben gelmiyorum.
- sen bilirsin canım.
….
- bu da iyice delirdi kızım.
+ sorma ya. yok tüketim toplumuymuş yok alışveriş çılgınlığıymış, popüler kültürmüş. ne ilgisi var bunların delikle?
- elbette. yani insan bazen alışverişi abartıyor ama delik bu sonuçta.
+ evet ya! delik olmadan valla evden çıkmam.

sen nasıl karadenizlisin amına koyim?

askerlik yapmaya çalışıyorum. askerlik…zorunlu. yapmayana kız vermezler. vermesinler. bir kadınım olmasın ama kimse de ölmesin isterim. ama yapmayanın yaşama hakkı olmaz. ölmemek için öldürmek temel mantığı askerliğin. öleceğinden değil. yaşayamayacağından. yoksa biliyorsun askerliği. çay taşımaktır askerlik. ayakkabı boyamaktır. eline silah değil de bir kova ve bir bez verilenler küsse de orduya. öldürmek, kan dökmek yeğ midir yer silmeye?
askerlik boktan iş. öldürmek meslek midir? kimi ve neden öldürdüğünü bilmeden öldürmek…. bilsen daha da acı ya.
ne tür bir sebebin olabilir öldürmek için hayatta kalmak dışında. hayatta kalmaksa ne kadar suistimal edilse azdır. herkes kendini korur. hep meşru müdafadır öldürmek. oysa ayakkabı boyamak boktan da olsa zararsızdır senden başka kimseye. ama öyle mi insan? öldürmek mantıklıdır boyamaktan bir komutanın ayakkabısını. öldürse mutlu olacak bireyler yetiştirmişiz. ne mutlu bize.
askerliğimin ilk günleri. tozun toprağın içinde şövenist duygularımızı bilevliyoruz marşlarla. mütemadiyen yürüyoruz. törpüleniyoruz. köşesiz, esnek olmalıyız komutana karşı. cilalanıyoruz. bir kılıç gibi parlak ve keskin olmalıyız düşmana karşı. hem öldürmeyi hem de “hayal kurmayı” seven komutanlar yetiştirmişiz. ne mutlu bize.
veriyorlar elimize g3. g3 ne biliyorsun az çok. askerlik anısı dinlemişsin yaşça büyük bir çok erkekten. hah diyorum. buymuş g3. bir ölüm makinası. bir insan tırpanı. vurduğu organı koparır diyor komutan. sonra da tebessümle bakıyor yüzlere. bir şaşkınlık, bir hayranlık aksın istiyor tüm yüzlerden. garip olanın beklentilerinin gerçekleşmesi. herkes elindeki metale daha bir hayran oluyor. mesleği yaşatmak olan ama zorunlu askerlik uğruna yolu kışladan geçen sağlık personelleri okşuyor metali usulca. yeni oyuncaklarını seviyorlar biraz daha. amerikan filmleriyle yoğrulmuş beyinleri birer dalıyor hayallere. vietnam sendromunu bilen, exctacy’nin o vietnam’da birer ölüm makinası olan bireylerin sonsuz ızdırabını hafifletmek için üretildiğini bilen doktorlar eczacılar.
bir an bir film karesinde hissediyorlar kendilerini. birer kahraman gibi hissediyorlar. kamuflajlardan taşan göbekleri, koca kafalarını içine alamayan kepleriyle sefil görünüyorlar. ama hala sırtını bir ağaca dayamış, tüfeği bacaklarının üstünde, makina yağı ile kamufle edilmiş suratıyla karizmatik bir amerikan aktörü sanıyor kendini. cebinden zipposunu çıkarıp yakıyor marlboro’sunu. bense ho şi minh’i düşünüyorum. o hiç karizması olmayan, var olmak için bubi tuzakları kuran yürekli viernamlıları. ve neden öldüklerini? ne uğruna? ve nasıl?
derken bir ses komut veriyor. sök diyor. tak… mekanizma… kurma kolu… pimler…harbi… emniyet…
elimde 1974 amerikan yapımı bir silah, dediklerini yapıyorum düşünmeden. mutlak itaat. o düşünecek benim yerime. vatan sağ olsun.
olmuyor bir türlü. komutları ben dinliyorum silah dinlemiyor. kurma kolu ancak postalla basarak çekiliyor. mekanizma bir mermi atmadan bozuluyor. içi kum dolmuş silahım direniyor. harbi, harbiden bir işe yaramıyor.

bir ses yine komut veriyor…atış serbest. omzunda g3 hedefi vurmaya çalışıyor kurşun askerler. silahlar sanki beynimin içinde patlıyor. kulaklarım çınlıyor. karşıdaki hedef bir kağıt. yalnızca bir kağıt. insan öldürmenin provası yapılıyor sadece. endişeye mahal yok. yere yığılan bedenleri benden başka gören yok. gün boyu kulakları sağır eden silah sesleri. gün boyu cesetler kafamda. çınlıyor kulaklarım. çığlıklar duyuyorum. uğuldayarak batıyor güneş. akşam oluyor. koğuşa dönüyoruz. yorgun ve gururlu. parçalanmış bedenler geçiyor gözlerimden. insan tırpanını taşıyorum. sabahkinden çok daha ağır. tüm savaşların günahlarını taşıyorum. tek başıma. tek.
dönüş yolunda badim yorum yapıyor;
- en boktan silahı da sana vermişler badi.
- neden?
- e bir tek mermi atamadın. her yeri bozuk.
- hayır badi hayır. en güzel silah benimkiydi.
- o niye o?
- istesen de adam öldüremezsin çünkü benimkiyle. en güzel silah öldürmeyen silahtır.
kızıyor bana. azarlıyor.
- sen nasıl karadenizlisin amına koyim?

ölümsüz kral

evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, keçiler berber iken, develer tellal iken, mandalar hamal iken, horoz­lar imam iken.. Ben dedemin beşiğini, tıngır mıngır sallar iken bir kral varmış. ve bu kralın düşmanları da varmış. düşmanları kralı öldürmek isterlermiş.
günlerden bir gün kralı öldürmek için bir katil kiralamışlar. katilin eline de bir gümüş ok ve bir gümüş yay vermişler. katil oku kaptığı gibi kralın peşine düşmüş. bir pusu kurmuş ve kralı gümüş okuyla vurmuş. ancak kral ölmemiş.
kralın düşmanları da düşünmüş taşınmış ve katile altın ok ve yay vermeleri gerektiğine karar vermişler. kendilerine de nasıl bir kralı gümüş bir ok ile öldürmeye kalktıkları için kızmışlar.
katil yine krala bir pusu kurmuş. ve yine başarısız olmuş. kralı yine vurmuş ancak yine kral ölmemiş. düşmanları şimdi ne yapacağız diye düşünedursunlar kral düşmanları öldürmenin peşine düşmüş.
nihayetinde düşmanlarını bir masanın başında ipekten ve zümrütten bir ok yapmaya çalışırlarken bulmuş. elinde değerli kumaşlar ve süs eşyalarından başka bir şey olmayan düşmanlarını kılıcıyla birer birer öldürmüş ve ülkesine dönmüş.
kral o günden sonra da mutlu bir hayat sürmüş. ta ki sarayının yanına yaptırdığı tapınağın içinde gezerken ayağına paslı bir çivi batıp da tetanosdan ölene kadar.

agnostik tanrı

üçüncü denememde yanlış anahtarı deliğe soktuğumu fark ettim. doğrusunu aramaya gerçekten üşeniyordum. sadece iki anahtar takılı olan anahtatlıkta ilk seferde doğru anahtarı bulma ihtimalim yüzde elliydi. bunu üçle çarparsak karşımda duran kapının açık olma ihtimali yüzde yüzelliydi. ya bu bir mucizeydi ya da bu kapının istatistik bilimine hiç saygısı yoktu. içtiğim tekilalar sayesinde mi bilmiyorum ama bilim düşmanı kapıma gülümsedim ve açıl susam açıl dedim.
…………..
hiçbir şey olmadı tabi. olmasını da beklemiyordum zaten. mucizelere asla inanmazdım.
kapıyı biraz tehdit biraz da zor kullanarak açtım. anahtarları, montumu programlanmış bir makine gibi gerekli yerlere fırlattım. salona girdiğimde tek düşündüğüm uyumaktı. tabi onu görene kadar.
salonun ortasında biri vardı. arkasını dönmüştü ve yüzünü göremiyordum. ama onu tanımak için yüzünü görmeye ihtiyacım yoktu. adım gibi biliyordum ki salonumun ortasında beni bekleyen kesinlikle tanrıydı.
bu bir çok insan için bulunmaz bir nimettir biliyorum. ama beni yargılamadan önce gecenin bir yarısı, sarhoş bir adam olduğumu düşünün. mastürbasyon esnasında anneye yakalanan ergen gibi şaşkınlık içinde kızardım. tabi bunlar gerçek düşüncelerim değil, ani tepkilerim. o anda kızarır ve utanırsın ama bilirsin ki mastürbasyon yanlış değildir. yanlış olmayan bir şeyi yaparken de insan yakalanmaz. suçlular yakalanır. yıldırım hızıyla nöronlar gerekli bilgileri iletir ve ilk tepkin anneye kızmak olur. odaya aniden dalarak, mahremine tecavüz ettiği için.
aynı şekilde ilk şaşkınlığı atlatmamın ardından, öfkem salonumun ortasında dua eden tanrıya yöneldi. içmemin sebebi de kendisiydi. eğer anlatıldığı gibi her şeyden haberdarsa bunu da biliyor olmalıydı.
- ne işin var evimde?
- burası aynı zamanda benim de evim.
- o zaman kiranın yarısını bırak ve bulaşıkları yıkamaya başla.
- bu kadar öfkeli olma. bulaşıkları da dert etme yıkarım.
dedi ve mutfağa doğru yola koyuldu. şaşırmadım diyemeyeceğim. her ne kadar tanrıyı değersiz bulsam da bulaşık yıkamak beklentilerimin üzerinde oldu. hem defansımı da kırmıştı. ben onu ezmek için bunu söylemiştim. ne de olsa yapmayacaktı. üstünlük bende olacaktı ama plan tutmadı. “insanların planları tanrıyı güldürür” sözü bir an gerçek gibi oldu. yine de gardımı bozacak değildim. bana bu kadar acı çektirdikten sonra bulaşıklarımı yıkayarak kurtaramazdı.
mutfağa geçtim arkasından. yavaş hareketleri, olgun görünmesini sağlasa da daha çok mükemmeliyetçiliğini vurguluyordu. çünkü o yavaş hareketlerin bir teki bile gereksiz değildi. kendinden emin ve ağır ağır iş yapmaya koyuldu. o esnada hala dünya dönüyor muydu emin değilim. o kadar kaptırmış ki bulaşığa o dinginliğin içinde köpükten başka bir şey olmadığı kesin. öyle ki bulaşık bedeninin bir parçası gibiydi.
benden hiç yardım istememesine rağmen yardım etmem gerektiğine ikna oldum. öyle bir üsluba sahip ki işin estetiğini bozulmasın, karizmasından ödün vermesin diye adeta yardım nerede gerekir diye kafa bile yoruyorsun. bulaşığı kendim yıkasam bu kadar eziyet çekmezdim sanırım.
yine de tüm bunlar ona olan duygularımda herhangi bir pozitif katkı sağlamadı. aksine ona olan hislerim perçinlendi. insan zekasına oranla üstünlüğü onu haklı kılamazdı değil mi? basit bir bulaşık mevzusunu bile bir ritüele dönüştürmeyi başarması küstahlıktan başka ne olabilirdi.
………..
ve sessizlik bozuldu.
- neden?
- ne neden?
- her şeyi bilmiyor musun? cevap ver işte.
- cevabı bulmak için önce doğru soruyu sormalısın. ben dünyayı böyle yarattım.
- neden böyle boktan bir düzen kurdun?
- nesi boktan?
- her şeyi. nereden tutsam elimde kalıyor. ve bunun sorumlusu sensin. dünyayı ezen ve ezilen sistemi üzerine kurmuşsun. sonra da benim bunun alternatiflerini düşünmeme izin vermişsin. sadistlikten başka bir şey değil bu.
- şöyle açıklayayım. dünya hayatı bir sınavdır. bir sürü kitabımda bunu dile getirdim. ve bu sınavı da kolaylık olsun diye çoktan seçmeli yaptım. öyle ki her sorunun binlerce cevabı var. ve sen bu sorulardan sadece istediklerini yanıtlıyorsun. daha özgür bir sınav sistemi olabilir mi?
- sonsuz soru ve sonsuz cevap var diyorsun.
- evet. sen ve diğerleri bu sorulardan kendinize doğru geleni işaretliyorsunuz.
- sen de yanlış işaretleyeni yakıyorsun. aman ne hoş.
- saçmalama kimseyi yakmadım. yakmaya da niyetim yok.
- kitaplarda böyle yazıyor ama.
- o kitapları ben yazmadım.
- böyle ikiyüzlülük olmaz. az önce dedin dünya sınav ve ben bunu bir sürü kitapta anlattım diye.
- hangi kitapları kastettiğimi yanlış anlamışsın.
- ne yani kutsal kitaplardan bahsetmiyor muyuz?
- hayır. öyle masallar yazmadım ben. hem nasıl bir tanrı figürü var ki kafanda o basit hikayeleri yazdığımı düşünüyorsun.
- bir dakika. o zaman hangi kitaplardan bahsediyoruz burada.
- bir çok isim var kullandığım. kafka, rousseau gibi.
- yok artık. insan onlar.
- iyi ya. onlar en sevdiğim şıkları seçen insanlar. unutma ki tüm şıkları yazan da benim.
- öyleyse baskı ve zulmü seçenler de senin eserin. iyileriyle övünüp diğerlerini yok sayamazsın değil mi?
- asla. zaten doğru şık diye bir şey yok. hiçbiri bir diğerinden daha iyi de değil. benim sevdiğim şıkları seçenleri saydım ben. şunu da unutma ki öğrencinin sınavda öğretmenin seçtiği şıkkı seçmesi benim dünyamda bir tesadüf sadece.
- sonsuz soru sonsuz şık ve şimdi de tüm cevaplar doğru. bu mudur senin sınav anlayışın?
- hayır. her cevap doğru değil. işin aslı bu soruların doğru veya yanlış diye karar verebileceğin bir cevap anahtarı da yok.
- peki değerlendirme neye göre yapılacak?
- bu sınav metaforuna fazla saplandık. işin özü verdiğin cevap senin yolunu belirler. pek tabi seninle birlikte bir çok insanında. insan var olduğu günden beri her soruya verilen her farklı cevap dünyayı değiştiriyor. o değişim sonucunda da bazı cevaplar daha doğru bazıları da daha yanlış oluyor. ve bu senin bulunduğun konuma göre de bir subjektiflik taşıyor.
- iyice kafamı karıştırdın. ama bu seni haklı yapmaz.
- elbette. benzetmeler bazen konuyu açıklamaktan öte anlamayı da zorlaştırıyor. işin özü özgür irade. her insan kendi hayatıyla ilgili kararları verme özgürlüğüne sahip. ancak bu tam manasıyla gerçek olamıyor. sebebi de verilen her kararın diğer insanları da etkiliyor olması. her seçimin bir başkasının seçeneklerini azaltma ve çoğaltma eğiliminde. bu da aslında sınavı insanlarla beraber hazırladığımızı gösteriyor. ve senin tepkinin sebebini haklı bulsam da öfkenin yanlış kişiye yöneldiğini düşünüyorum. çünkü yaşadığın dünya insanların seçimleri sonucu oluştu. oysa bambaşka bir dünya mümkündü başka şıklarla.
- ne yani? bu düzeni sen kurdun ve şimdi sorumluluğu bize mi atıyorsun?
- elbette. satranç yenilgisini tahta veya taşlara yüklemek aptalca değil mi?
- hiç de aptalca değil. benim elimde bir kaç piyon ve bir şah varken karşımdaki tam bir takımla oynuyorsa tahtaya kızmamdan daha doğal ne olabilir.
- hala yanılıyorsun. taşların eksikse bunun sebebi tahta değil senden önce oyunu oynayanın kaybettiği taşlardır. kızman gereken sana bu kadar geriye düştükten sonra tahtayı devreden senden önceki oyuncudur. ve şundan emin ol ben hayat denen oyunda tek bir hamle dahi oynamadım. yaptığım sadece taşları dizmekti.
- hiçbir sorumluluk kabul etmiyorsun. bunu anlamak mümkün değil.
- ne yapmamı bekliyorsun. insanı yaratmak dışında bir müdahalem yok. beni insanı yaratmakla suçlayamazsın. bu emin ol büyük bir hata olur.
- öyleyse ne yapmalıyım?
- bu soruya cevap veremem.
- seninle konuşmanın kimseye faydası yok. hem sorumluluğu almıyorsun hem sorunu çözmüyorsun.
- eğer soruna cevap verirsem, ilerde senin gibi bir başkasının sorularına cevap veremem. sana vereceğim cevap, hayata müdahale olur. ve bunun sonucunda var olan dünya da asla benim yarattığım dünya olamaz.
- anlıyorum. o zaman şu soruya bir cevap ver. insan neden var?
- dünyada icat edilmiş en zor sorudur bu. tanrıya sormaksa gerçekten saçma. ben yaratanım. benim cevabım senin için bir anlam ifade etmez. ayrıca cevabı ben de senin gibi tahmin ediyorum.
- ne demek bu şimdi? kendi yaptığın şeyin sebebini nasıl bilmezsin.
- öncelikle insanı yaratalı çok zaman oldu. o kadar çok zaman oldu ki bazen emin olamıyorum. tam hatırlayamıyorum gerçekte neler olduğunu. bazen bir anı canlanıyor sizi yarattığıma dair. ama bazen de bir başka anıda insanın beni yarattığını görür gibi oluyorum.
- bu ne arkadaşım. bu nasıl bir delilik. hafızası zayıf bir tanrı ne kadar mümkün bilmem ama en temel gerçeği nasıl bilmezsin? kim kimi yarattı.
- keşke cevap verebilsem sana. ama şunu bir düşün. ben bundan emin değilken sen nasıl olabiliyorsun?