16 Eylül 2010 Perşembe

teslimiyet - giriş

günün en güzel saatiydi. işten çıkmış, yemeğini yemiş, kendini dışarı atmıştı. bugün kimseyle görüşmeyeceği evden çıkarken yanına aldığı kitabın arasındaki kağıt ve kalemden belliydi. belli ki biraz okumak, bir kaç cümle karalamak istiyordu.
bunları evde yapmak daha mantıklı olurdu. ama aile ile yaşamak zordu. hele ki onca yıl sonra. liseyi yatılı okulda bitirmiş, üniversiteyi başka bir şehirde okumuş, askerliğini de yine uzakta bir yerde yapmıştı. telefonda konuşmaktan da pek hoşlanmazdı. yazdan yaza ondaki değişimi görmek dışında ailesi onun kim olduğunu bilmiyordu. sadece yazdan yaza gidilen köylerdeki kavaklar gibiydi. yıldan yıla uzamasını ve sonunda kesilmiş olduğunu görüyordunuz. tıpkı o köylerde yaşayan uzak akrabalar gibi. çocuklar yıldan yıla uzuyor, yaşlılar yıldan yıla ölüyordu. ve o da köydeki uzaktan akrabalara dönmüştü ailesi için. yabancılaşmış. uzaklaşmıştı.
adımlarını yavaşça atıyordu. elleri ceplerinde soğuk havayı ciğerlerine çekiyordu. düşünceli bir hali vardı. yüzündeki görmeye henüz alışmamış olduğu çizgiler daha belirgindi bugün. otuz olmadan ne onu terk eden saçlarını ne de çizgilerini önemsemeyeceğini biliyordu. henüz bir yaşlılık emaresi olarak görünmüyorlardı. ilk sokaktan sağa saptı.
sadece yalnız geldiği bu yere hiçkimseyi davet etmemişti bugüne kadar. canı sıkkın olduğu, sürüden ayrılmak istediği bir gün tesadüfen bulmuştu burayı. dışarıdan bakıldığında bir kafeden çok bir antika dükkanını andırıyordu. ara sokakta olması dolayısıyla pek değişmeyen müşterileri vardı. aynı yüzler her akşam oradaydı. bir çoğu mekanın sahibi, garsonu ve aşçısı olan muzaffer amcayı tanıyordu. oğuz ise adını başkalarından duymuş. hiç sohbet etmemişti. muzaffer de diğer masalarda oyalandığı kadar onun masasında oyalanmıyordu. istenmediğini anlayabilen ve buna bozulmayanlardandı. yine de kayıtsız olmadığı aşikardı. oğuz’un farkındaydı.
- hoşgeldiniz. ne alırsınız?
- hoşbulduk. bir sütlü nescafe lütfen.
- tabi. getiriyorum.
babası yaşında bir adam tarafından hizmet edilmek rahatsız ediyordu oğuz’u. kadın olsa belki daha kolay olabilirdi. alışkın değildi yaşlı erkeklerin hizmet etmesine. bir an kendi babasını hayal etti ona kahve taşırken. görüntüyü gözünde canlandırmayı bile başaramadı. babası değildi sonuçta, vicdan muhasebesi anlamsızdı. yine de ilk geldiği zamanlara göre epey yol kat etmişti oğuz. ilk zamanlar sigarasını saklıyordu patron garsonla göz göze geldiğinde. sanki kül tablasını boşaltan o değilmiş gibi. 
kahveyle birlikte şekerlik de getirdi muzaffer amca. şekerlikten dört tane şeker aldı muzaffer. üçünü fincana atıp karıştırdı. diğerini de tadına baktıktan sonra atıp tekrar karıştırdı. kitabın kapağını açtı. kahvesinden bir yudum alıp ilk cümleyi okudu. “şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır.” bir zamanlar ilk cümlenin bir romanın tamamını ele verdiğini duymuştu. kitabı kapattı ve cümleyi önündeki not kağıdına yazdı. uzun uzun baktı.
önemli biri vardı kitapta belliki. o her kimse kitap da oydu. sonra kendi hayatını düşündü oğuz. kendisini böyle etkileyen kimse olmamıştı. ama daha erkendi belki de. henüz onunla tanışmamış olabilirdi. belki de bu akşam dedi oğuz. belki de bu akşam onunla tanışacağım akşam. peki o zaman kim olabilirdi?
belki tam şu anda buradaydı. kafasını kaldırıp, etrafına baktı. üç masa vardı. ve aradığı kişin üç masada da olmadığına emindi. bu mekan için doğaldı. menüde kahvenin dışında huzur ve saygı vardı. dostluk yoktu. tam karşısında konuşacak bir şeyleri kalmamış bir çift, cep telefonlarına gömülmüş sıkılıyorlardı. onların çaprazında iki sivilceli hayat doluydu. oğuz’un özellikle uzağına oturduğu masada ise dedikodu yapan orta yaşlı kadınlar vardı. diğer iki masa boştu. ve muhtemelen gece boyu boş kalacaktı. 
umutlandığı o kısacık andan sonra, tekrar kitabına döndü. raif efendiyle beraber önce ankara’da sonra berlin’de sokakları arşınladı. maria puder’e aşkını sanki yanındaki sandalyeye oturmuş anlatıyormuş gibi dinledi. raif efendi’yle derin bir dostluk bağı kurdu. ona kızdı, onu kıskandı. ve sonunda ona acıdı. “hayat yalnızca bir kez oynanan bir kumar ve ben onu kaybettim.” dediğinde gözlerinden yaşlar süzüldü. raif efendiyle garip bir bağ kuruldu arasında. sanki bir kitaptan okumuyor da onunla aynı dünyada yaşıyormuş gibi hissetti kendini.
aralarındaki garip benzerliklere şaşırdı. kendini ifade edemeyen, hiçbir şey isteyemeyen bir adamdı raif. peki oğuz’un ne farkı vardı ondan? daha dün dolmuşta “inecek var” demekten çekindiği için yarım saat yürümek zorunda kalmamış mıydı? o da raif gibi edilgendi. ve onu bundan kurtaracak bir kürk mantolu madonna da yoktu. “hayat yalnızca bir kez oynanan bir kumar”dı ve oğuz kaybetmeye mahkumdu. bu onun yazgısıydı.
hesabı ödeyip kafeden ayrılırken tek düşündüğü neden böyle bir yazgıyı kabullenmek zorunda kaldığıydı? buna bir müdahalesi neden olamıyordu. sanki gizli bir el onu her gün biraz daha sıkarak boğuyordu. kendine bu yazgıyı biçen ve ona hiçbir çıkış yolu bırakmayan o gizli eli bükmek, kırmak istiyordu. bir şeyler olabilirdi. daha iyi bir dünya mümkündü. bir süredir hep aklında olan gitmek arzusu, böyle zamanlarda daha da derinleşiyordu. uzak şehirlerin büyüsüne kapılıyordu.
****************
devam edecek…

1 yorum:

tembel hayvan dedi ki...

"Bir kitabı okurken geçen iki saatin ömrümün birçok senelerinden daha dolu daha ehemmiyetli olduğunu fark edince insan hayatının ürkütücü hiçliğini düşünür ve yeis içinde kalırdım."
O kadar benimsenecek cümle var ki o kitapta, kağıt kalemle not almaya çalışmak yetersiz. Öyle hayatımın içinden ki anlattıkları.
Hikayeni de kendimmiş gibi okuyorum. Oğuz değiştirebilecek mi bişeyleri, bi anlam çıkarabilecek mi bekliyorum. Benim de içinde bulunduğum bekleyiş süresinden kurtaracak bişey.