25 Ağustos 2010 Çarşamba

deli

polise gittim. kaybettim dedim. onu kaybettim. bulun dedim. kim dediler. önemli dedim. çok önemli biri. benim için en önemli. en son nerede gördün dedi polis. rüyamda dedim. kızdı bana. dalga geçme dedi. dalga yok dedim. ne zaman gördün en son dedi. bir saat önce dedim. kızdı yine. git dedi. canımı sıkma dedi. gittim. 

bir adam gördüm yolda. ona sordum. kimi arıyorsun dedi. önemli dedim. çok önemli biri. ama kim dedi. rüyamda gördüm dedim. güldü. git dedi. bakırköy'e git dedi. orada bulurlar dedi. tamam dedim. sevindim. koştum.

meydana geldim. biletçiye dedim. ben onu arıyorum. gördün mü dedim. kim dedi. hemşehrim dedi. hatırlamıyorum dedim. güldü. deli dedi. üzüldüm. nasıl unuttum dedim. tüh dedim. biletçi kızdı. sövdü bana. tükürdüm diye kızdı. ben ona tükürmedim. kendime tüh dedim. ben de sövdüm ona. kızdı. koştum ben de. denize koştum. 

onu sordum denize. gördün mü dedim. cevap vermedi. yine sordum. yine söylemedi. sövdüm ben de. acı sövdüm. çok sövdüm. gülmedi kimse. kadın vardı. korktu o. çocuğu vardı ağladı. ağlama dedim. kadın kızdı bana. git dedi. çocuk ağladı yine. çok ağladı. 

kadın gitti. ben de gittim peşinden. onu gördün mü dedim. sövdü o da. çocuk ağladı çok. çocuk ağlama dedim. ağladı çocuk hep. sus dedim. kızdım ona. susmadı. ağzımı kapattım. kadın vurdu bana. sövdüm ben de. vurdum ona. çok vurdum. çocuk ağladı yine. çocuğun ağzını kapattım yine. çok ağlama dedim. nefesin bitecek. tuttum ağzını nefesi bitmesin dedim. morardı çocuk. 

polis geldi sonra. buldunuz mu dedim. onu buldunuz mu. vurdu polis. sopayla vurdu. çok vurdu polis. sonra onu gördüm. bana baktı, güldü. sevindim ben. neredesin? seni arıyorum dedim. güldü bana. sorma dedi beni. onlara sorma dedi. onlar bilmez beni. anlamaz seni. özledim seni dedim. nerede bulurum seni dedim. yine gidersen dedim. gitmek yok artık dedi. 

beraberiz bundan sonra.

22 Ağustos 2010 Pazar

büyümeyen çocuk


zaman nasıl da hızla ilerledi. oyuncaklar küçüldü. hayaller tükendi. büyüdüm. ama hiçbir zaman büyümeyi kabullenemedim. bu sorunu çözmenin bir yolu olmalıydı. ben çocuk olarak kalmak istiyordum. ve bunu bana verebilecek kim varsa anlaşmaya hazırdım.

peter pan’ı bilirsiniz. hiç büyümeyen çocuk. o bunu başarabilmişse ben de yapabilirdim. bunun üzerine araştırmalarıma başladım. aklıma gelen her yerde çocuk olarak kalabilmenin bir yolu olup olmadığını aradım. ve sonunda bir ipucu yakaladım.
çok da uzak olmayan bir yerde hiç büyümeyen bir çocuk olduğunu öğrendim. yalnız onunla temasa geçmek gerçekten zordu. çünkü rüyalar ülkesinde yaşıyordu. 

onunla nasıl temasa geçebileceğimi bilmiyordum. o yüzden aklıma gelen her şeyi denedim. büyü yaptım. transa geçtim. dualar ettim bütün tanrılara. ve sonunda bir gece rüyalar ülkesi olduğunu sandığım bir yere geldim.
masmavi bir gökyüzü, şeker pembesi ve beyaz bulutlar, gök kuşağından kaydıraklar, pastel boyadan çimenler ve sirk çadırları. tam bir panayır alanıydı. her yerden çocuk sesleri geliyordu. sanki teneffüs zili çalmış da önlüklü çocuklar okulun bahçesine fırlamışlardı. bu güzellik karşısında dilim tutulmuş seyrederken ben, bir kız çocuğu yanıma doğru yaklaştı. bu harika yerde bir yetişkin olarak çok dikkat çekiyor olmalıyım diye düşündüm.
yedi sekiz yaşlarında çok güzel bir kız çocuğuydu. ne kadar da şanslı bir çocuktu. aradığım çocuk o olmalıydı. gülen gözleri mutluluğun ve masumiyetin tanımıydı. şimdiye kadar kimseyi onu kıskandığım kadar kıskanmadım. ona nasıl böyle büyümeden kalabildiğini sordum. bunun cevabını ben sana veremem dedi. bunu boş kovana sormalısın. boş kovanın hikayesini dinlersen o sana nasıl böyle büyümeden kalabildiğimi anlatır dedi.

ve uyandım. tahmin edersiniz ki hiçbir şey anlamadım. boş kovan kimdi? neydi? onu nasıl bulacaktım? yoksa şimdi de rüyama girmesi için onu mu bekleyecektim?

boş kovanı araştırmaya başladım. karanlıklar ülkesi diye bir yerde yaşadığını öğrendim. ve oraya gitmenin tek yolunun kabus görmek olduğunu. bu ilkinden çok daha zordu. rüyalar ülkesi güzeldi. büyümeyen kızı bulmak için oranın altını üstüne getirmiştim ama çok da eğlenmiştim.

yine de deneyecektim. sonsuza dek çocuk kalmanın, büyümemenin sırrını madem boş kovan biliyor. o zaman onu bulacaktım.

o geceden sonra rüyalar ülkesi yerine kabuslar ülkesine gitmek için uğraşmaya başladım. ne kadar korku filmi varsa izledim. aklıma ne kadar kötü şey getirebilirsem getirdim. uyumadan önce tıka basa midemi şişirdim. ve sonunda bir gece rüyamda kendimi tamamı yüksek kayalıklardan oluşan bir adada gördüm. sisli bir geceydi ve gök gürüldüyordu. adanın bir kenarında dağın içine doğru ilerleyen puslu bir vadi vardı. ama tek bir adım dahi atmaya cesaret edemiyordum. etraftan garip fısıldamalar geliyordu ve gök gürültüsü o sesleri daha da korkunç bir hale getiriyordu. neredeyse vazgeçmek üzereydim ki uzaktan bana doğru yaklaşan titrek ve soluk bir ışık gördüm.
ışık yaklaştıkça şaşırarak fark ettim ki gelen yarı yarıya çürümüş katrana bulanmış bir saldı. üzerinde bir tane direk ve tepesinde de paslı bir fener vardı. fenerin ışığı altında salın üzerine çıktım. yavaş yavaş hareket ediyorduk sislerin içinde. suyu göremiyor, yalnızca gök gürültüsü ve fısıltılar arasında sesini duyabiliyordum. sivri uçlu kayalıkların arasında ilerlerken tek istediğim oradan uzaklaşmaktı. ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu beklemekten başka. sarp kayalıklar kapkara bulutlara dek uzanıyordu dar geçidin iki kenarında. fısıltılara bir de inleme sesleri eklendi. giderek yoğunlaşan bir inleme ve iç çekme sesleri salı kendine doğru çekiyor gibiydi ki sal aniden durdu. ıslak ve soğuk kayalıklara doğru adımımı atarken boş kovanı ve diğer her şeyi unutup hayatıma dönmeyi ister olmuştum. ağır ağır seslerin kaynağını aramaya başladım ve seslendim. “kimse yok mu?” 
bir anda inlemeler kesildi ve karanlığın içinden hastalıklı bir ses “kim var orada?” dedi.
“beni büyümeyen kız gönderdi. sen boş kovan mısın?” diye sordum.
“büyümeyen kız…” dedi gittikçe cılızlaşan bir sesle. ağlamaya dönüştü sesi önce ama sonra yeniden öfkelenerek bağırdı.
- ne istiyorsun benden?
- büyümemenin sırrını. çocuk kalmanın sırrını istiyorum.
- bunun için bir bedel ödemen gerektiğini biliyorsun değil mi?
- her türlü bedeli ödemeye hazırım. yeter ki çocuk kalabileyim.
- sen bilirsin. o zaman izle bakalım.

dedi. ve ardından etrafta olan her şey hareket etmeye, etrafımda dönmeye başladı. giderek daha hızlı döndü her şey. renkler, sesler iç içe geçti ve artık hiçbir anlam veremediğim bir renk kasırgasının ortasındaydım. neyse ki çok uzun sürmedi. tekrar yavaşladı renkler ve yeniden konumlanmaya başladı etrafımda. bir ev ve bir kalabalık yap boz parçaları gibi havada savrularak birleştiler. herkes dans ediyor ve bir şeyi kutluyorlardı. o sırada gelin ve damadı gördüm. bir düğündeyim evet. 
sonra renkler ve yap boz parçaları yeniden harekete geçti. bu kez yalnızca benim bedenim havada savruluyordu. parçalarım havada uçuşarak bir adamın avucuna doğru sürüklendi. şimdi bir silahın içindeydim. korkunç bir gürültüyle patlamaya başladı yanımdakiler. ve bende namluya doğru yükselmeye başladım sonunda soğuk çeliğin içinden hızla havaya doğru uçmaya başladım. düğün alanının tamamını görüyordum ve bütün şehri.yükseldim… yükseldim… ve sonra yeniden düşmeye başladım. hızla gökyüzünden yeryüzüne iniyordum şimdi. korkuyordum. yere yaklaştıkça hızlanıyordum. rüzgar bedenimde ıslık çalmaya başladığında onu gördüm. o kızı… ve anladım o an büyümemenin ve çocuk kalmanın bedelinin ne olduğunu. ve anlar anlamaz yine yap bozun parçaları gibi tuzla buz oldum. belki o an gerçek olsa, bir peri tozu gibi yağacaktım büyümeyen kızın başının üstüne ama ben kendimi bambaşka bir yerde buldum. parçalar yeniden birleşti ve şimdi bir sokak oldum. acı içinde kıvranan, bir çocuğun tabutunu kendine sığdıramayan bir sokak…
evlat acısını yüreğinde taşıyan o annenin ağırlığı altında eziliyordum. bir tabuta sığabilir mi yaşanamayan bir hayat? taşıyamadım o hiç yanamamış hayatın yükünü ve uyandım.
büyüyemeyen çocuğun hikayesini öğrendiğimden beri aslında büyüyebilmenin ve yaşlanabilmenin bu dünyanın gerçek mucizesi olduğunu kavradım. 

4 Ağustos 2010 Çarşamba

cennet

yıllar önce, kendi halinde yaşayıp giden bir köye, bir peygamber gelmiş. ahaliyi köy meydanında toplamış ve vaazına başlamış.
- sevgili kardeşlerim, biliyorum hepiniz iyi insanlarsınız. hepiniz tanrıyı sever. ondan korkarsınız. çok şükür ki tanrı da sizi sevmektedir. işte bu yüzden sizlere beni gönderdi.
peygamberin sözleri bitmeden kalabalıkta bir uğultu yükseldi. çok şaşırmışlardı. biraz korkmuş da olsalar bunu hak ettiklerini düşünüyorlardı. peygamber sözlerine devam etti.
- tanrı bana cennetin anahtarını sizlere dağıtma görevini verdi. ve işte anahtarlar.
bu sırada peygamber çantasından bir tane anahtar çıkardı. kalabalıktan ilkinden çok daha büyük bir uğultu yükseldi. üzeri değerli taşlarla süslü altından bir anahtardı bu. eğer güçlü bir kralın kılıcı falan değilse mutlaka cennetin anahtarı olmalıydı. peygamber elinde zor zar taşıyabiliyordu.
- bu anahtarlardan her birinize bir tane vereceğim. ama bilmenizi isterim ki bu anahtarların cennetin kapısını açması bir şart değildir. hepiniz biliyorsunuz ki cennetin kapısından yalnızca hak edenler girebilir.
son sözler ahaliyi biraz huzursuz etmişse de yüzlerindeki gülümseme sürmeye devam ediyordu.
“cennet kapısı köyün girişinde sizleri beklemekte. istediğiniz zaman gidip kapıdan girebilirsiniz.” dedi ve anahtarları birer birer dağıtmaya başladı.
pek çoğu anahtarı alır almaz köyün girişine doğru koşmaya başladı. ağır ağır evinin yolunu tutanlar da vardı ama bunlar pek azdı.
………….
bir kaç saat sonra köy meydanında sinirli bir kalabalık birikmişti. yavaş yavaş sahte peygamber sesleri yükselmeye başlamıştı ahaliden. kapıyı açabilen çıkmamıştı.
köyün papazı bile kalabalığa dahildi. sahte peygamber lafını da o bulmuştu. bu öfkeleriyle peygamberi ellerine geçirseler parçalayacakları kesindi.
curcuna sürerken, uzaktan ağır ağır gelen yorgun peygamberi gördüler. kalabalıktan sinirli sesler, küfürler çıkıyordu.
“bu kapıyı artık burdan kaldırmalısın. köyde ne kadar iyi yürekli adam varsa kapıyı açmayı denedi. ama kimse açamadı. demek senin kapın bozuk. hiçbirimiz mi hak etmedik cenneti.” diye bağırdı papaz. köyün zenginlerinden bir kaç kişi de yanındaydı.
peygamber kapıyı en az bir kişinin açması gerektiğini söyledi. kimsenin cennet kapısını açamayacağı yerlere tanrı onu göndermezdi.
hepiniz kapıyı denememişsiniz. hala anahtarı kullanmayan bir kişi olmalı.
kimin denemediği tartışıla dursun. bir kişi bağırdı. köyün en hovarda, en umursamaz, pazar vaazına dahi gelmeyen adamının adını söyledi. tanrı beni cennetine almaz ben evime gidiyorum demişti. sizler cennete gidin.
köylüler arasında bir homurtu yükseldi. ne demek istiyordu bu adam. bunca inançlı adam hatta papaz bile kapıyı açamazken bir serseri nasıl olur da kapıyı açabilirdi.
hepsi birden köyün serserisinin evinin yolunu tuttular. kapıya dayandılar. ısrarla kapıyı yumruklayan köylü adamın sabrını taşırdı ve kapıyı açtı. yarı çıplaktı ve elinde şarap şişesi vardı. arkadan sarhoş birkaç kadının kahkası yükseliyordu.
köylüler tiksinerek baktılar. nasıl olur da bu adam cennetin kapısını açabilirdi. bu mümkün değildi.
sordular adama “neden hala anahtarı denemedin?”
adam güldü ve “denemediğimi nerden biliyorsunuz?” diye sordu.
yine bir homurtu başladı. ve kime kızacağını şaşırdı ahali. tanrıya mı kızacaklardı şimdi?
“ben çoktan denedim anahtarı. kapıyı da sonuna kadar açtım.”
herkes afallamış adama bakıyorlardı. nasıl olur. öyleyse neden burdasın cennette değilsin dedi köylüler.
adam yine sırıttı. “işte cennet” dedi adam. “şarap da huriler de burada. siz neden o kapının arkasında arıyorsunuz? ben asıl onu anlamıyorum” dedi adam. ve sırrını  açıkladı. anahtarı bir kuyumcuya satmış ve kendi evinde cenneti kurmuştu kendine.
köylüler iyice sinirlendi. nasıl olur da satarsın tanrının sana yolladığı cennet anahtarını diye sitem ettiler.
adam da cevap verdi. siz nasıl olur da tanrının kendi elleriyle size sunduğu bir külçe altını bir kapıyı açmak uğruna yok edersiniz?

delik

- ya kızlar acilen alışverişe çıkmamız lazım
+ niye?
- delik almam lazım. akşama düğün var ama kıyafetime uygun bir deliğim bile yok.
+ daha yeni almadın mı kız sen indirimden kırmızı deliği?
- ya iyi de o spor delik. usturuplu olmam lazım. ciddi bir yere gidiyorum herhalde.
+ ya o zaman gidelim. bakalım biraz. benim de canım çekti bak şimdi.
- sen de gelsene canan.
* yok ya siz gidin ben gelmeyeceğim.
- hahahah yoksa yine napcaksın deliği mi diyeceksin?
* evet diyeceğim…ne yapacaksın deliği?
- ya sen de garipsin ha. o acaip kitapları okudun sapıttın iyice.
* o acaip kitaplardan sen de oku istersen.
- tabi tabi o zaman deliğe ihtiyacım kalmaz değil mi?
* kimin ihtiyacı olabilir ki bir deliğe?
- ya kızım saçmalama deliksiz nasıl yaşar insan?
* delik çıkmadan nasıl yaşıyodunuz?
+ valla ben de arada soruyorum kendime. nasıl yaşamışız onca sene? çok acaip değil mi ya?
- tabi ya. rezaletmiş resmen.
* iyi! siz gidin o zaman. ben gelmiyorum.
- sen bilirsin canım.
….
- bu da iyice delirdi kızım.
+ sorma ya. yok tüketim toplumuymuş yok alışveriş çılgınlığıymış, popüler kültürmüş. ne ilgisi var bunların delikle?
- elbette. yani insan bazen alışverişi abartıyor ama delik bu sonuçta.
+ evet ya! delik olmadan valla evden çıkmam.

sen nasıl karadenizlisin amına koyim?

askerlik yapmaya çalışıyorum. askerlik…zorunlu. yapmayana kız vermezler. vermesinler. bir kadınım olmasın ama kimse de ölmesin isterim. ama yapmayanın yaşama hakkı olmaz. ölmemek için öldürmek temel mantığı askerliğin. öleceğinden değil. yaşayamayacağından. yoksa biliyorsun askerliği. çay taşımaktır askerlik. ayakkabı boyamaktır. eline silah değil de bir kova ve bir bez verilenler küsse de orduya. öldürmek, kan dökmek yeğ midir yer silmeye?
askerlik boktan iş. öldürmek meslek midir? kimi ve neden öldürdüğünü bilmeden öldürmek…. bilsen daha da acı ya.
ne tür bir sebebin olabilir öldürmek için hayatta kalmak dışında. hayatta kalmaksa ne kadar suistimal edilse azdır. herkes kendini korur. hep meşru müdafadır öldürmek. oysa ayakkabı boyamak boktan da olsa zararsızdır senden başka kimseye. ama öyle mi insan? öldürmek mantıklıdır boyamaktan bir komutanın ayakkabısını. öldürse mutlu olacak bireyler yetiştirmişiz. ne mutlu bize.
askerliğimin ilk günleri. tozun toprağın içinde şövenist duygularımızı bilevliyoruz marşlarla. mütemadiyen yürüyoruz. törpüleniyoruz. köşesiz, esnek olmalıyız komutana karşı. cilalanıyoruz. bir kılıç gibi parlak ve keskin olmalıyız düşmana karşı. hem öldürmeyi hem de “hayal kurmayı” seven komutanlar yetiştirmişiz. ne mutlu bize.
veriyorlar elimize g3. g3 ne biliyorsun az çok. askerlik anısı dinlemişsin yaşça büyük bir çok erkekten. hah diyorum. buymuş g3. bir ölüm makinası. bir insan tırpanı. vurduğu organı koparır diyor komutan. sonra da tebessümle bakıyor yüzlere. bir şaşkınlık, bir hayranlık aksın istiyor tüm yüzlerden. garip olanın beklentilerinin gerçekleşmesi. herkes elindeki metale daha bir hayran oluyor. mesleği yaşatmak olan ama zorunlu askerlik uğruna yolu kışladan geçen sağlık personelleri okşuyor metali usulca. yeni oyuncaklarını seviyorlar biraz daha. amerikan filmleriyle yoğrulmuş beyinleri birer dalıyor hayallere. vietnam sendromunu bilen, exctacy’nin o vietnam’da birer ölüm makinası olan bireylerin sonsuz ızdırabını hafifletmek için üretildiğini bilen doktorlar eczacılar.
bir an bir film karesinde hissediyorlar kendilerini. birer kahraman gibi hissediyorlar. kamuflajlardan taşan göbekleri, koca kafalarını içine alamayan kepleriyle sefil görünüyorlar. ama hala sırtını bir ağaca dayamış, tüfeği bacaklarının üstünde, makina yağı ile kamufle edilmiş suratıyla karizmatik bir amerikan aktörü sanıyor kendini. cebinden zipposunu çıkarıp yakıyor marlboro’sunu. bense ho şi minh’i düşünüyorum. o hiç karizması olmayan, var olmak için bubi tuzakları kuran yürekli viernamlıları. ve neden öldüklerini? ne uğruna? ve nasıl?
derken bir ses komut veriyor. sök diyor. tak… mekanizma… kurma kolu… pimler…harbi… emniyet…
elimde 1974 amerikan yapımı bir silah, dediklerini yapıyorum düşünmeden. mutlak itaat. o düşünecek benim yerime. vatan sağ olsun.
olmuyor bir türlü. komutları ben dinliyorum silah dinlemiyor. kurma kolu ancak postalla basarak çekiliyor. mekanizma bir mermi atmadan bozuluyor. içi kum dolmuş silahım direniyor. harbi, harbiden bir işe yaramıyor.

bir ses yine komut veriyor…atış serbest. omzunda g3 hedefi vurmaya çalışıyor kurşun askerler. silahlar sanki beynimin içinde patlıyor. kulaklarım çınlıyor. karşıdaki hedef bir kağıt. yalnızca bir kağıt. insan öldürmenin provası yapılıyor sadece. endişeye mahal yok. yere yığılan bedenleri benden başka gören yok. gün boyu kulakları sağır eden silah sesleri. gün boyu cesetler kafamda. çınlıyor kulaklarım. çığlıklar duyuyorum. uğuldayarak batıyor güneş. akşam oluyor. koğuşa dönüyoruz. yorgun ve gururlu. parçalanmış bedenler geçiyor gözlerimden. insan tırpanını taşıyorum. sabahkinden çok daha ağır. tüm savaşların günahlarını taşıyorum. tek başıma. tek.
dönüş yolunda badim yorum yapıyor;
- en boktan silahı da sana vermişler badi.
- neden?
- e bir tek mermi atamadın. her yeri bozuk.
- hayır badi hayır. en güzel silah benimkiydi.
- o niye o?
- istesen de adam öldüremezsin çünkü benimkiyle. en güzel silah öldürmeyen silahtır.
kızıyor bana. azarlıyor.
- sen nasıl karadenizlisin amına koyim?

ölümsüz kral

evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, keçiler berber iken, develer tellal iken, mandalar hamal iken, horoz­lar imam iken.. Ben dedemin beşiğini, tıngır mıngır sallar iken bir kral varmış. ve bu kralın düşmanları da varmış. düşmanları kralı öldürmek isterlermiş.
günlerden bir gün kralı öldürmek için bir katil kiralamışlar. katilin eline de bir gümüş ok ve bir gümüş yay vermişler. katil oku kaptığı gibi kralın peşine düşmüş. bir pusu kurmuş ve kralı gümüş okuyla vurmuş. ancak kral ölmemiş.
kralın düşmanları da düşünmüş taşınmış ve katile altın ok ve yay vermeleri gerektiğine karar vermişler. kendilerine de nasıl bir kralı gümüş bir ok ile öldürmeye kalktıkları için kızmışlar.
katil yine krala bir pusu kurmuş. ve yine başarısız olmuş. kralı yine vurmuş ancak yine kral ölmemiş. düşmanları şimdi ne yapacağız diye düşünedursunlar kral düşmanları öldürmenin peşine düşmüş.
nihayetinde düşmanlarını bir masanın başında ipekten ve zümrütten bir ok yapmaya çalışırlarken bulmuş. elinde değerli kumaşlar ve süs eşyalarından başka bir şey olmayan düşmanlarını kılıcıyla birer birer öldürmüş ve ülkesine dönmüş.
kral o günden sonra da mutlu bir hayat sürmüş. ta ki sarayının yanına yaptırdığı tapınağın içinde gezerken ayağına paslı bir çivi batıp da tetanosdan ölene kadar.

agnostik tanrı

üçüncü denememde yanlış anahtarı deliğe soktuğumu fark ettim. doğrusunu aramaya gerçekten üşeniyordum. sadece iki anahtar takılı olan anahtatlıkta ilk seferde doğru anahtarı bulma ihtimalim yüzde elliydi. bunu üçle çarparsak karşımda duran kapının açık olma ihtimali yüzde yüzelliydi. ya bu bir mucizeydi ya da bu kapının istatistik bilimine hiç saygısı yoktu. içtiğim tekilalar sayesinde mi bilmiyorum ama bilim düşmanı kapıma gülümsedim ve açıl susam açıl dedim.
…………..
hiçbir şey olmadı tabi. olmasını da beklemiyordum zaten. mucizelere asla inanmazdım.
kapıyı biraz tehdit biraz da zor kullanarak açtım. anahtarları, montumu programlanmış bir makine gibi gerekli yerlere fırlattım. salona girdiğimde tek düşündüğüm uyumaktı. tabi onu görene kadar.
salonun ortasında biri vardı. arkasını dönmüştü ve yüzünü göremiyordum. ama onu tanımak için yüzünü görmeye ihtiyacım yoktu. adım gibi biliyordum ki salonumun ortasında beni bekleyen kesinlikle tanrıydı.
bu bir çok insan için bulunmaz bir nimettir biliyorum. ama beni yargılamadan önce gecenin bir yarısı, sarhoş bir adam olduğumu düşünün. mastürbasyon esnasında anneye yakalanan ergen gibi şaşkınlık içinde kızardım. tabi bunlar gerçek düşüncelerim değil, ani tepkilerim. o anda kızarır ve utanırsın ama bilirsin ki mastürbasyon yanlış değildir. yanlış olmayan bir şeyi yaparken de insan yakalanmaz. suçlular yakalanır. yıldırım hızıyla nöronlar gerekli bilgileri iletir ve ilk tepkin anneye kızmak olur. odaya aniden dalarak, mahremine tecavüz ettiği için.
aynı şekilde ilk şaşkınlığı atlatmamın ardından, öfkem salonumun ortasında dua eden tanrıya yöneldi. içmemin sebebi de kendisiydi. eğer anlatıldığı gibi her şeyden haberdarsa bunu da biliyor olmalıydı.
- ne işin var evimde?
- burası aynı zamanda benim de evim.
- o zaman kiranın yarısını bırak ve bulaşıkları yıkamaya başla.
- bu kadar öfkeli olma. bulaşıkları da dert etme yıkarım.
dedi ve mutfağa doğru yola koyuldu. şaşırmadım diyemeyeceğim. her ne kadar tanrıyı değersiz bulsam da bulaşık yıkamak beklentilerimin üzerinde oldu. hem defansımı da kırmıştı. ben onu ezmek için bunu söylemiştim. ne de olsa yapmayacaktı. üstünlük bende olacaktı ama plan tutmadı. “insanların planları tanrıyı güldürür” sözü bir an gerçek gibi oldu. yine de gardımı bozacak değildim. bana bu kadar acı çektirdikten sonra bulaşıklarımı yıkayarak kurtaramazdı.
mutfağa geçtim arkasından. yavaş hareketleri, olgun görünmesini sağlasa da daha çok mükemmeliyetçiliğini vurguluyordu. çünkü o yavaş hareketlerin bir teki bile gereksiz değildi. kendinden emin ve ağır ağır iş yapmaya koyuldu. o esnada hala dünya dönüyor muydu emin değilim. o kadar kaptırmış ki bulaşığa o dinginliğin içinde köpükten başka bir şey olmadığı kesin. öyle ki bulaşık bedeninin bir parçası gibiydi.
benden hiç yardım istememesine rağmen yardım etmem gerektiğine ikna oldum. öyle bir üsluba sahip ki işin estetiğini bozulmasın, karizmasından ödün vermesin diye adeta yardım nerede gerekir diye kafa bile yoruyorsun. bulaşığı kendim yıkasam bu kadar eziyet çekmezdim sanırım.
yine de tüm bunlar ona olan duygularımda herhangi bir pozitif katkı sağlamadı. aksine ona olan hislerim perçinlendi. insan zekasına oranla üstünlüğü onu haklı kılamazdı değil mi? basit bir bulaşık mevzusunu bile bir ritüele dönüştürmeyi başarması küstahlıktan başka ne olabilirdi.
………..
ve sessizlik bozuldu.
- neden?
- ne neden?
- her şeyi bilmiyor musun? cevap ver işte.
- cevabı bulmak için önce doğru soruyu sormalısın. ben dünyayı böyle yarattım.
- neden böyle boktan bir düzen kurdun?
- nesi boktan?
- her şeyi. nereden tutsam elimde kalıyor. ve bunun sorumlusu sensin. dünyayı ezen ve ezilen sistemi üzerine kurmuşsun. sonra da benim bunun alternatiflerini düşünmeme izin vermişsin. sadistlikten başka bir şey değil bu.
- şöyle açıklayayım. dünya hayatı bir sınavdır. bir sürü kitabımda bunu dile getirdim. ve bu sınavı da kolaylık olsun diye çoktan seçmeli yaptım. öyle ki her sorunun binlerce cevabı var. ve sen bu sorulardan sadece istediklerini yanıtlıyorsun. daha özgür bir sınav sistemi olabilir mi?
- sonsuz soru ve sonsuz cevap var diyorsun.
- evet. sen ve diğerleri bu sorulardan kendinize doğru geleni işaretliyorsunuz.
- sen de yanlış işaretleyeni yakıyorsun. aman ne hoş.
- saçmalama kimseyi yakmadım. yakmaya da niyetim yok.
- kitaplarda böyle yazıyor ama.
- o kitapları ben yazmadım.
- böyle ikiyüzlülük olmaz. az önce dedin dünya sınav ve ben bunu bir sürü kitapta anlattım diye.
- hangi kitapları kastettiğimi yanlış anlamışsın.
- ne yani kutsal kitaplardan bahsetmiyor muyuz?
- hayır. öyle masallar yazmadım ben. hem nasıl bir tanrı figürü var ki kafanda o basit hikayeleri yazdığımı düşünüyorsun.
- bir dakika. o zaman hangi kitaplardan bahsediyoruz burada.
- bir çok isim var kullandığım. kafka, rousseau gibi.
- yok artık. insan onlar.
- iyi ya. onlar en sevdiğim şıkları seçen insanlar. unutma ki tüm şıkları yazan da benim.
- öyleyse baskı ve zulmü seçenler de senin eserin. iyileriyle övünüp diğerlerini yok sayamazsın değil mi?
- asla. zaten doğru şık diye bir şey yok. hiçbiri bir diğerinden daha iyi de değil. benim sevdiğim şıkları seçenleri saydım ben. şunu da unutma ki öğrencinin sınavda öğretmenin seçtiği şıkkı seçmesi benim dünyamda bir tesadüf sadece.
- sonsuz soru sonsuz şık ve şimdi de tüm cevaplar doğru. bu mudur senin sınav anlayışın?
- hayır. her cevap doğru değil. işin aslı bu soruların doğru veya yanlış diye karar verebileceğin bir cevap anahtarı da yok.
- peki değerlendirme neye göre yapılacak?
- bu sınav metaforuna fazla saplandık. işin özü verdiğin cevap senin yolunu belirler. pek tabi seninle birlikte bir çok insanında. insan var olduğu günden beri her soruya verilen her farklı cevap dünyayı değiştiriyor. o değişim sonucunda da bazı cevaplar daha doğru bazıları da daha yanlış oluyor. ve bu senin bulunduğun konuma göre de bir subjektiflik taşıyor.
- iyice kafamı karıştırdın. ama bu seni haklı yapmaz.
- elbette. benzetmeler bazen konuyu açıklamaktan öte anlamayı da zorlaştırıyor. işin özü özgür irade. her insan kendi hayatıyla ilgili kararları verme özgürlüğüne sahip. ancak bu tam manasıyla gerçek olamıyor. sebebi de verilen her kararın diğer insanları da etkiliyor olması. her seçimin bir başkasının seçeneklerini azaltma ve çoğaltma eğiliminde. bu da aslında sınavı insanlarla beraber hazırladığımızı gösteriyor. ve senin tepkinin sebebini haklı bulsam da öfkenin yanlış kişiye yöneldiğini düşünüyorum. çünkü yaşadığın dünya insanların seçimleri sonucu oluştu. oysa bambaşka bir dünya mümkündü başka şıklarla.
- ne yani? bu düzeni sen kurdun ve şimdi sorumluluğu bize mi atıyorsun?
- elbette. satranç yenilgisini tahta veya taşlara yüklemek aptalca değil mi?
- hiç de aptalca değil. benim elimde bir kaç piyon ve bir şah varken karşımdaki tam bir takımla oynuyorsa tahtaya kızmamdan daha doğal ne olabilir.
- hala yanılıyorsun. taşların eksikse bunun sebebi tahta değil senden önce oyunu oynayanın kaybettiği taşlardır. kızman gereken sana bu kadar geriye düştükten sonra tahtayı devreden senden önceki oyuncudur. ve şundan emin ol ben hayat denen oyunda tek bir hamle dahi oynamadım. yaptığım sadece taşları dizmekti.
- hiçbir sorumluluk kabul etmiyorsun. bunu anlamak mümkün değil.
- ne yapmamı bekliyorsun. insanı yaratmak dışında bir müdahalem yok. beni insanı yaratmakla suçlayamazsın. bu emin ol büyük bir hata olur.
- öyleyse ne yapmalıyım?
- bu soruya cevap veremem.
- seninle konuşmanın kimseye faydası yok. hem sorumluluğu almıyorsun hem sorunu çözmüyorsun.
- eğer soruna cevap verirsem, ilerde senin gibi bir başkasının sorularına cevap veremem. sana vereceğim cevap, hayata müdahale olur. ve bunun sonucunda var olan dünya da asla benim yarattığım dünya olamaz.
- anlıyorum. o zaman şu soruya bir cevap ver. insan neden var?
- dünyada icat edilmiş en zor sorudur bu. tanrıya sormaksa gerçekten saçma. ben yaratanım. benim cevabım senin için bir anlam ifade etmez. ayrıca cevabı ben de senin gibi tahmin ediyorum.
- ne demek bu şimdi? kendi yaptığın şeyin sebebini nasıl bilmezsin.
- öncelikle insanı yaratalı çok zaman oldu. o kadar çok zaman oldu ki bazen emin olamıyorum. tam hatırlayamıyorum gerçekte neler olduğunu. bazen bir anı canlanıyor sizi yarattığıma dair. ama bazen de bir başka anıda insanın beni yarattığını görür gibi oluyorum.
- bu ne arkadaşım. bu nasıl bir delilik. hafızası zayıf bir tanrı ne kadar mümkün bilmem ama en temel gerçeği nasıl bilmezsin? kim kimi yarattı.
- keşke cevap verebilsem sana. ama şunu bir düşün. ben bundan emin değilken sen nasıl olabiliyorsun?