14 Ekim 2010 Perşembe

yok

kadın, ellerini dudaklarında gezdirdi. doğru cümleyi dudaklarının yüzeyinde arıyordu. bu durumda söylenebilecek doğru bir cümle olsa belki de bulacaktı. garip bir heyecan, bir korku duyuyordu. az sonra neler yaşayacağına duyduğu merak ya da geceden kalma bir damla haz dudağının kenarında asılı duruyordu. ağzını açtığında düşeceğini bile bile şöyle bir şeyler geveledi.
- dün gece serhat’ta kaldım.
adam, doğrudan kadının gözlerinin içine bakıyordu. parlak ve keskin bakışları, birer cam parçasına çevirmişti gözlerini. kör etmek için bakıyordu adeta. kadınsa gözlerini kaçırıyor, önündeki masa örtüsünden başka bir yere bakmıyordu. sanki adama değil de masa örtüsüne anlatıyordu.
cevap geciktikçe kadın bocaladı, masa örtüsüne mazeretlerini sıralamayı sürdürmekten başka yol bulamadı. ama sözleri artık havada yol alamıyordu. etrafa saçılan sözcüklerden bir kaçını duyar gibi olsa da anladığı tek şey aldatıldığıydı adamın. içinde ölen birini diriltmek ister gibi derin bir nefes aldı sonra. bir şeyler söyleyecek sandı kadın. ama tek söz çıkmadı hafifçe aralanan dudaklarından. 
- bir şeyler söyle. istersen söv ama tek bir şey söyle.
kadın masa örtüsüne bakarak bir tek cümle dileniyordu. belki de bir ses bile yetecekti. oysa ne masa örtüsü ne adam suskunluğunu bozdu. kadın masa örtüsünün ucunu kıvırdı. bir ses işitmek için acı çektirmek gerektiğini düşünüyordu belki de.
- onu hep sevdim biliyorsun. daha en başında onu unutamadığımı, seninle olsun istediğimi ama yapabileceğimden, dayanabileceğimden emin olmadığımı söylemiştim.
canı yanan masa örtüsü gibi adam da sessiz bir çığlık attı. sıktığı dişleri gıcırdamıyor, soluğu havayı sessizce yarıyordu. kalbinin sesi derinlere gömülmüş, boğuk bir çığlık gibi göğüs kafesini aşamıyordu. sıkılmış yumruğu bir an gevşedi. cansız masaya devrildi eli. can çekişen eli kadın fark etmedi. adam doğrudan kadının gözlerine bakmayı sürdürünce, kadın masa örtüsüne şikayet etti adamı.
- bakma bana öyle. 
bitmişti. tartışacak, konuşacak, anlaşacak hiçbir şey bırakmamıştı serhat. tüm dünyanın en değersiz, en aşağılık yaratığına dönüştürmüştü adamı. ve artık asla dokunamayacağı bir beden, bir et yığını bırakmıştı kendisine sadece. kadın son kez yalvardı. 
- lütfen bir şeyler söyle. sanki yokmuşum gibi davranma. 
adam, kalktı oturduğu yerden. kadın son bir umutla adamın gözlerine yalvardı. adamın gözlerinde bir cenaze, bir ağıt, elini cebine attı. bir kaç tane bozukluğu masaya bıraktı. sandalyenin arkasındaki ceketini sol eliyle kavradı. sağa doğru arkasını döndü. ceket yerinden kurtulurken, sandalye yere devrildi.
adam arkasını dönmedi ama gürültüye dönüp bakanlar oldu. üzerinde bir kaç bozukluk olan bir masa ve devrilmiş bir sandalyeden başka bir şey görmediler. zaten görecek başka bir şey de yoktu.

3 Ekim 2010 Pazar

teslimiyet - final

günün en güzel saatiydi. işten çıkmış, yemeğini yemiş, kendini dışarı atmıştı. bugün kimseyle görüşmeyeceği evden çıkarken yanına aldığı kitabın arasındaki kağıt ve kalemden belliydi. belli ki biraz okumak, bir kaç cümle karalamak istiyordu.
yorgun adımlarla ilerledi oğuz. kimseyi görmek istemiyordu, hiçkimseyi. kendine bile tahammülü kalmamıştı. nasıl bu hale geldi anlamak mümkün değildi. kader veya tanrı varsa nasıl bu garip tesadüfleri alt alta sıralayarak kalan tüm yaşama sevincini elinden alabilmişti.
neredeyse gerçek olamayacak kadar güzel başlayan hikaye nasıl bir anda bitti. anlamak imkansızdı. bir bedenin kaldıramayacağı kadar çok sevmişti onu oğuz.
geçen yıl bu zamanlardı. o bir mimardı. ve oğuz da mühendis. o güzeldi. ve çocukluk aşkıydı. yıllar sonra yeniden bulmuşlardı birbirlerini tesadüfen. tanımamışlardı birbirlerini ama. oğuz’un yalanı onları tesadüfen çocukluklarının geçtiği yere götürünce her şey netleşmişti.

ve sonra aylarca birliktelerdi. oğuz ilk kez yaşadığını hissetmişti. o bir kaç ayda tüm hayatına yetecek kadar mutluydu oğuz. deniz de öyleydi belki ama bu oğuz’un hikayesiydi sonuçta.
ve sona gelindiğinde oğuz’u yalnız acı bekliyordu. ve o acı sonun ardından aylar geçmişti. muzaffer amcanın yerine geldi oğuz. oturup bir kahve söyledi. sütsüz ve şekersiz. bu değişikliğin sebebi, ruhunda hissettiği derin acının birazını olsun bedeniyle paylaşabilmekti. midesini delmek, kusursuz bir formüldü. sigarayı da arttırmıştı ama bunun sebebi acıyı paylaşmak değil sonlandırmak ihtiyacıydı.
kalemi eline aldı ve rastgele karalamaya başladı;
“biraz anılardan, biraz hayallerden… geçmişten, gelecekten bir kadın yarattım. umutların yeşerdiği, hayallerin tuz buz olduğu bir beden. uykusuz gecelerin bir sonucu. biraz delilik, biraz konuştuklarımdan, biraz dinlediklerimden, izlediklerimden ve okuduklarımdan yarattım onu. sonra da yalanı sevdim. hem onu hem diğerlerini.
nasıl oldu da bu kadar var olabildi. nasıl gerçeğe bu kadar yaklaşırken o, ben bu kadar hayale dönüştüm. o geleceğe yol alırken salına salına, ben geçmişe kapandım bir anı gibi. geleceği özlüyorum. geleceği. ya da geçmişi hayal ediyorum, yeniden yaratıyorum bir ömrü defalarca.
kaderin elinden alıp kamerayı baştan çekşyorum tüm sahneleri. içimde kalanları söyleyebildiğim kitaplar yazıyorum. filmler çekiyorum. hikayelerde can buluyorum yeniden. yalandan.
ben öldüm aslında yıllar önce biliyor musun? öldüm ve dirilmeden yaşadım. kendimden uzakta bir ömrü, neredeyse tükettim. hala yalnızım. kendimden bile daha yalnızım. ben sadece herkesim. o yüzden kendim olamıyorum. o yüzden ne yalnız kalabiliyorum, ne yalnızlıktan kurtulabiliyorum.
ve şimdi bir de o var. kendi ellerimle yarattığım o armağan. tanrı varmış gibi yapmasaydım belki de duracaktı tüm bu kakafoni. çünkü ben yalnızca bir bedenim yıllardır. içimde bir ruh yok. ama tanrının saati durmadı hiç. o armağanı kabul ettirdi bana.
hala çok yalnızım. bazen kendimden bile… yani herkesten. kalem bitse de benden önce. yazmak durmayacak. yazmak hep olacak. ve gerçek hepimizden büyük. o kadar büyük ki sonsuz bir klavyeye benziyor. o sonsuz klavyede sırayla tuşlara basıyorum ben de hiç düşünmeden. sonra ona kader diyorlar. bana da tanrı. oysa nasıl olur? tanrı ne tuşa basan ne tuşları sıralayan. tanrı benim. yani herkes.
ve ben yokum. ve siz de yoksunuz. tanrı yıllar önce öldü hatırlarsanız. bir balede ayağını kırdı. sonra kangren olmasına rağmen ayağının kesilmesine izin vermedi. işte o yüzden öldü tanrı. narsizmden.
ölmüş bir dünya ve biz şarlatanlar varız buralarda. ne tanrı var ne de diğerleri. biz sadece bir bok çukuruyuz. elleri tanrının kanıyla bulanmış paçavra bedenleriz.”

tüm bunların ne ifade ettiğini anlamak çok da güç değil. inancı sarsılmış bir adam oğuz. kafası da oldukça karışık. herkesten nefret ediyor. ve bu nefretten kendi payına düşeni de fazlasıyla alıyor. peki neden?
yıllar önce oğuz’un babasıyla deniz’in babası birer militandı. biri sağcı diğeri solcu iki militan daha kötüsü. oğuz’un babası ve grubu bir yerlerde deniz’in babası ve grubuna rastlamıştı. gecenin bir yarısıydı. bir grup içki masasından kalkmıştı, diğer grup da  bir toplantıda şiddet kararı almıştı. ve kararlarını uygulamak için pek sıkıntı yaşamadılar. iki grup karşılaştığında önce sözlü tacizler duyuldu. sonra bağırışmalar. ve sonunda da silah sesi.
deniz’in babası o gün öldü. ve öldüren de hiç bulunamadı. o gece tetiği çekenin kim olduğunu bilenler de vardı ama kendilerine saklamak zorundaydılar. yıllar sonra deniz bunları öğrendiğinde hıçkırıklara boğuldu. ama nedeni yitirdiği aşkı mı yoksa babasının ölümünü yeniden anmak mı bunu ben de bilmiyorum.
evet oğuz’un hikayesinin sonu böyle acı tesadüflerle bitti. belki inandırıcı bulmadınız oğuz’un hikayesini. bu kadar tesadüf fazla gelmiş olabilir. ama belki de tesadüflerin sebepleri başka tesadüflerdir. kim bilir? mesela çocukluklarını tesadüfen aynı mahallede geçirmiş olmaları belki de tesadüf değildir. deniz’in annesi ve oğuz’un babası bir zamanlar birbirlerini seven iki insan olamaz mı? sonra sırf farklı siyasi tercihleri olduğu için, o zamana özgü bir saçmalıkla ayrı kalmış olabilirler. sonra bir gün deniz’in annesi oğuz’un babasına yakın olmak için o mahalleye taşınmış olabilir. ve oğuz’un babası siyasi sebeplerden değil de sevdiği kadını elinden aldığı için deniz’in babasını öldürmüş olabilir. ve deniz’in annesi kocasını öldürdüğü için değil, aşık olduğu adamın oğlunun kızıyla birlikte olmasını istemediği için karşı çıkmış olabilir bu ilişkiye.
tüm bunları yazabilirdim ama her şeyi okuyucuya anlatmak zorunda mıyım? oğuz böyle derin acılar içindeyken onu bırakıp size mi yoğunlaşacaktım? kusura bakmayın ama bu çok bencilce. ve buna izin veremem. şimdi size anlattıklarımın dışında kalan hikayeyi siz düşünün isterseniz. ve ben oğuz’la ilgileneyim biraz. sizden daha çok onun bana ihtiyacı var.

*****
son

25 Eylül 2010 Cumartesi

teslimiyet - geçmişten bir an

kırmızı bir yaz akşamıydı. güneşin son ışıkları bulutları eriterek oğuz’un kısık gözlerine iniyordu. kamyonun kasasında en gerekli eşyalar vardı. anıları koyacak yer kalmış mıydı? işte gidiyordu. hayatının güzel bir başlangıcı olmasını sağlayan ilk aşk bitiyordu. kısık gözleriyle kırmızı bir yaz akşamı oğuz ilk kez terk ediliyordu.
olan biteni şaşkınlıkla izliyordu. eşyalar birer birer kamyona koyuluyor deniz ortalarda görünmüyordu. bir kaç gündür bir türlü ona ulaşamamış. her denemesinde hayal kırıklığına uğramıştı. son kez şansını denemek için, koşarak apartmana daldı oğuz. koşarak tırmanıyordu merdivenleri. denizlerin kapısına geldiğinde, hiç beklemeden tekmelemeye başladı kapıyı. uzun süre bir yandan deniz diye bağırıp bir yandan tekmeledi kapıyı. kapı sonunda açıldı.
deniz’in annesiydi kapıyı açan. “deniz evde yok.” nerede diye sordu oğuz, vazgeçeceğe benzemiyordu. ama istanbul’daydı deniz. çoktan göndermişti annesi onu. oğuz inanmak istemedi ama elinden bir şey gelmezdi. son söz hep büyüklerindi. gözleri iri iri açıldı. sonra yavaşça bir damla yaş bıraktı kendini. ardından diğerleri geldi. deniz’in annesi, elini çocuğun saçlarına doğru götürdü ama okşayamadı. bir acı bedenini sarmış gibi irkildi. durdu ve hadi evine git dedi oğuz’a.
oğuz ağır ağır indi merdivenleri. ilk yenilgisiydi bu. unutamayacağı ilk yenilgisi. apartmanın kapısına geldiğinde kafasını kaldırıp kamyonu süzdü. ve koşmaya başladı. kendi evlerine doğru koştu. evin duvarı beyazdı. ama bir çift el izi vardı duvarda. bir kaç gün önce deniz’in çamurlu elleriyle bıraktığı el izleri. 
oğuz ellerini çamura buladı ve akşam yiyeceği dayağa hazırlandı. babası bu el izlerinden hoşlanmıyordu. babası deniz’den de ailesinden de hoşlanmıyordu. onunla görüşmelerini istemiyordu. ve sonunda isteği olmuştu. artık görüşmeyeceklerdi.
***
devam edecek…

22 Eylül 2010 Çarşamba

teslimiyet - çamurlu eller

- duyulmasını istiyorsanız daha sert vurmalısınız.
- duyulmasını istemiyorum sanırım.
- neden?
- önemsiz bir şey için rahatsız etmek istemedim içeridekileri
- içeride kimse yok. 
- ah evet… madem öyle ben işimin başına dönsem iyi olacak.
- hayır hayır. diğer arkadaşım izinde. mimar benim.
- öyle mi? dedim ya önemsiz bir şeydi.
- iyice merak ettim şu önemsiz şeyi.
- şey… bir konuda bilgi almak istedim.
- nedir?
- mimari bir proje çizdirmek istiyorum da. hazır kurumda da bir mimar varken danışmak istedim. 
- buyurun içeri geçelim. bu arada adım deniz. siz?
- ben de oğuz. memnun oldum. 
odaya geçerlerken oğuz’un yüzündeki kızarıklık biraz olsun azalmaya başlamıştı. ama deniz’in harika gülümsemesi bir an olsun kesintiye uğramamıştı. gülmek ne çok yakışıyordu bu güzel yüze. kafasını kaldırıp bu güzelliği doya doya seyretmediği için sonradan kendine kızacağını tahmin etmesine rağmen, gözleri odanın farklı yerlerine odaklanıyordu. bir an için göz göze geldiklerinde ise,
“nedir bu mimari proje” diye sordu deniz. attığı yalanı unutmuş olan oğuz yeniden kızardı. başını önüne eğdi. o sırada yusufçuğu gördü. 
- e söyle bakalım şimdi ne yalan söyleyeceğim yusufçuk?
- uydur işte bir şeyler oğuz. çok mu zor?
- zor tabii. ya yalan söylediğimi anlarsa.
- anlamaz anlamaz. rahat ol. hem anlasa da hiç önemi yok.
- nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun anlamıyorum. sen soktun beni bu duruma.
- daha ne istiyorsun? şu kadının güzelliğine bak. ben olmasam rüyanda göremezdin onu. bu kadın senin maria puder’in olabilir.
- maria puder… evet bir yalan uydurmalıyım. ama ne?
- memleketteki eski evin restorasyonu diyebilirsin mesela.
…..
- çocukluğumun geçtiği evin restorasyonu için bir mimari proje çizdirmek istiyorum.
- ah ne güzel. bu çok eğlenceli olacaktır.
- evet o günlerin yeniden canlanması gibi olacak.
- isterseniz evi gidip beraber görelim. ben size yardımcı olabilirim bu konuda.
- gerçekten mi?
- tabii. neden olmasın? hem benim için de bir değişiklik olur.
- tamam o zaman. ben kalkayım. haberleşir, gideriz bir gün. ev zaten buraya yarım saat uzaklıkta.
- ah ne iyi. nasılsa burada aynı binada çalışıyoruz. 
- evet. 
- o zaman görüşürüz. 
- görüşürüz. iyi mesailer.
…..
oğuz kapıya çarparak da olsa çıkmayı başardı. çıkar çıkmaz da kendini tuvalete attı. titreyen elleriyle kızaran yüzünü yıkadı. yusufçuğa çok içten bir teşekkür etti. aynada günlerce silinmeyeceğine emin olduğu bir gülümseme ile kendine baktı. uzun zamandır başına gelen en güzel şeydi bu. heyecanlı ve mutluydu. yeni başlayan bir hikayesi vardı artık. kendi maria puder’ini bulmuş olabilirdi. 
mühendis odasına bugün ikinci kez girdi. ama bu kez sanki bambaşka biriydi. iki oda arkadaşına günaydın derken yaşama sevincini ve yüzündeki salak gülümsemeyi saklamak için çırpınıyordu. sanki yusufçuğun geldiği andan itibaren bir rüyada yaşıyor gibiydi. sanki o masadan hiç kalkmamış, bilgisayarın açılmasını beklerken uyuyakalmıştı.
gün bitene kadar deniz’i düşündü. gülerken dudaklarının aldığı şekli, odayı dolduran parfümünü, saçlarının rengini düşündü. saçlarını okşadığını, gözlerindeki pırıltıda aydınlandığını hayal etti. sonra o elleri düşündü. beyaz ve pürüzsüz elleri. kıvrımlarında bir oyun parkı saklıydı sanki o ellerin. büyüsüne kapılmamak elde değildi. ellerini düşündüğünde sanki çok uzun zamandır onu tanıyormuş gibi hissetmişti. yılar önce kaybettiği bir hayati organını bulmuş gibi yeniden hayata gözlerini açmıştı şimdi. gerçekten soluk alıyordu. kalbi yeniden atmaya ancak başlamıştı. 
mesainin sonuna yaklaşırken yanlış yaptığını düşünmeye başladı. daha tanımıyordu onu. ve acı çekme ihtimali de vardı bu yeni başlayan hikayede. evli bile olabilirdi. parmağına bakmamıştı. yoksa bakmış mıydı? öyle doluydu ki onunla, bunları düşünmek için geç kalmış olabilirdi. kapı vurulduğunda saat beşe yaklaşıyordu. “girin” dedi oğuz. mesai arkadaşları erken çıkmıştı. 
deniz kapı arasından uzanmış rahatsız edip etmediğini soruyordu. oğuz’sa “bu dünya eğer seni rahatsız ediyorsa, içindekilerle birlikte yok edebilirim” demek istiyor “ama hayır buyurun” ile yetiniyordu. akşama bir randevusu varmış ama iptal olmuş, isterse bugün gidebilirlermiş eve bakmaya.
oğuz o an kendini bir boşlukta yüzerken buldu. ağırlıksız ve hatta bedensiz bir halde. bugünün hayatının en güzel günü olduğuna emindi. tabi gidelim dedi. kapının kolundaki eline baktı. yüzük yoktu.
arabayı almak için oğuz’un evine kadar yürüdüler. sabah geçtiği yolları geri yürürken, hayatının nasıl bir anda değiştiğine hayret ediyordu. sabahki geniş caddeler şimdi oğuz’un sığamayacağı kadar küçülmüştü. kendini dev gibi hissediyordu onun yanında. arabaya binip de çocukluğunun geçtiği ilçeye gelene kadar meslek hayatlarından, devlet memuru olmaktan, üniversitelerinden bahsettiler. ikisi de uzun zaman bu şehirde olmadıklarını söyledi. yol biterken deniz’in de çocukluğunun bu küçük ilçede geçtiğini öğrendi oğuz. 
eve yaklaştıklarında ikisi de suskunlaştılar. nihayet oğuz arabayı park ettiğinde, deniz arabadan inip etrafa dikkatlice baktı. sonra hiç tereddütsüz oğuz’un çocukluğunun geçtiği eve doğru yürüdü. bahçe kapısını açıp evin arkasına doğru dolaştı. oğuz sessizce onu izledi. deniz etrafı kusursuz bir dikkatle inceledi. sonra evin bahçe duvarına doğru ağır adımlarla yaklaştı. durdu. izledi. yere eğilip ellerini çamurun içine daldırdı. avuçlarını evin duvarına yapıştırırken gülümsüyordu.
deniz duvardan uzaklaşıp, bahçe kapısına yürürken oğuz’un gözleri duvarda kalan el izlerindeydi. tatlı bir rüzgar esti sonra. rüzgar oğuz’un ruhunu bedeninden sıyırıp, yıllar öncesinden aklında kalan o kırmızı yaz akşamlarına doğru sürükledi. ilk aşkın büyüsüne uzanan içsel bir yolculuğa çıktı oğuz. deniz ile hikayelerinin asıl başlangıcına…
**** 
devam edecek…

18 Eylül 2010 Cumartesi

teslimiyet - yusufçuk

oğuz kımıltısız karşısındaki tabloyu izliyordu. kalabalık etrafından dolaşarak yoluna devam ediyor, diğer tablolara doğru hareketini sürdürüyordu. oğuz ise diğer tabloları umursamıyor, önündeki tablodaki yüzü dikkatle inceliyordu. bu özel ilgiyi sonuna kadar hak ediyordu tablo. tablodaki yüzde ince bir alay ve çekici bir gülümseme vardı. ilk bakışta kendine hayran bırakan bir güzellikti bu. oğuz ise bu ifadeyi takınabilen bir ademoğlu olabileceğine inanmıyordu. kaldı ki bu yüz kendisine aitti. 
resme bakan kadınların oracıkta aşık olacağını düşünüyordu. o da gelip geçen kadınların yüzlerine dikkatle bakıyor, bir umut dileniyordu. ama beklediği tepkiyi alamıyordu. baktığı yüzlerde istediği ifadeyi bulamıyordu. bunun sebebini anlaması ise çok sürmedi. kalabalığın ortasında çırılçıplak olduğunu fark etti. derin bir utanç duygusuyla elleriye apış arasını kapatmaya çalıştı. ama o sırada bir el bileğini kavradı. ve hızla kapıya doğru sürüklemeye başladı. güçsüz ve yaşlı bir adamdı onu kolundan sürükleyen. ama oğuz’un gücü yetmiyordu bu cılız elden kurtulmaya. kısa ve umutsuz bir mücadeleden sonra kapının önünde buldu kendini.
soğuğu teninde hissetti ama üşümedi. yağmur tüm bedenini kat edip bacaklarının arasından kayıp giderken, ıslatmıyordu bile. gözlerini göğe kaldırdı. gri gökyüzü şehrin üstünü kaplamış, güneşi yutmuştu. cebinden sigarasını çıkardı. yakamadı. parmaklarının arasında tuttu. ateşi unutmuştu bir yerlerde. sokak boştu. ateş isteyecek kimse yoktu.
çaresizce sağa sola bakınırken uyandı. saat henüz erkendi. mesaiye çok vardı. yine de kalktı ve hızlıca giyindi. yüzünü yıkadı. ağzı kül tablası gibiydi. dişlerini fırçaladı. bu hijyen de fazla geldi. bir sigara yaktı kapıdan çıkarken. pazar günleri işkenceye dönenleri saymazsak, kahvaltı yapmayalı bir kaç yıl olmuştu. aç karnına sigara içmek sorun değildi. hatta seviyordu bile. her gün aynı tadı garanti ediyordu. kendinden bekleneni veriyor, fazlasını da vaat etmiyordu. 
mağazalar yeni açılıyordu. kepenk seslerine alışkındı. korna seslerine de. ama bugün fazladan bir de kuş sesleri geliyordu. dün gece kurduğu kaçıp gitme hayalini hatırladı. gülüp geçti. üstünde durmaya değmezdi. o yalnızca akşamları hayal kurardı. sabahları hayal kurmak kent yaşamına uygun değildi. 
sonbaharın renkleriyle uyumlu, soluk devlet binasına yaklaşırken sigarasını fırlattı. dudaklarının arasına sıkışan, hiç söyleyemediği sözler gibi boşluğa doğru süzüldü izmarit. yere değdiğinde bir kıvılcım sıçradı. o kıvılcımı oğuz’dan başka gören olmadı. kapıdaki görevlileri başıyla selamladı. bugün daireye gelen ilk kişi o olmalıydı.
merdivenleri sessizce tırmandı. mühendis odası yazan kapıdan içeri girdi. oda boştu. o saatte boş olması da doğaldı. masasına oturdu. yıllardır devlet dairesinde durmaktan, devlet memuru gibi davranmaya başlayan bilgisayarının açılmasını beklerken bir sigara yaktı. derin bir nefes çekti. sonra o geldi. bir yusufçuk. açık pencereden hızla içeri girip masasına kondu. şeffaf kanatları, metalik yeşil gövdesi ve mavi kuyruğuyla bir şaheserdi. sanki bu dünyadan değil gibiydi. zaten bu dünyadan olanların oğuz’la işi olmazdı.
oğuz sigarası bitene kadar yusufçuğu izledi. kocaman gözleriyle o da oğuz’u izliyor gibiydi. bir süre sessizce bakıştılar. kimseyle bu kadar uzun süre bakışmamıştı. bu sessiz birliktelik oğuz’u etkiledi. sanki anlıyormuş gibi bakıyordu yusufçuk. anlamasına imkan yoktu, biliyordu. ama oğuz’un içinde bir çocuk anlaşıldığına inanmak istiyordu.
sigarasını söndürürken ürktü yusufçuk ve havalandı. oğuz derin bir pişmanlık içinde onun camdan çıkışını izledi. telaşla pencereye koşturdu. yusufçuk hala pervazda duruyordu. bu kez oğuz’a bakmıyordu. çirkin devlet binasının kendisi kadar çirkin manzarasını izliyordu. görebildiği sürece onu izlemek istiyordu oğuz. ama o tekrar havalandı. bu kez gerçekten gidiyordu. binanın cephesine bir kaç santimetre uzaklıkta dönüp durdu bir süre. döndükçe de alçalıyordu. bir alt katın penceresine ulaştığında havada çizdiği daireleri durdurdu. bir kaç metre uzaklaştı ve hızla pencereye hücum etti. açık pencereden içeri daldı.
son zamanlarda onu anlayan tek yaratığı  görebildiği son ana kadar takip etmek istiyordu. ama ne kadar bekleyebilirdi burada? hem ne zaman çıkacağı da belli değildi pencereden. hiç çıkmayabilirdi de. diğer mühendisler geldiğinde burada durmasının anlamını izah edemezdi. alt kata inmek o odayı bulmak geçti içinden. bu düşünce filizlendiği anda heyecanlanmaya başladı. ama kimin odasıydı kim bilir. hem ne diyecekti? çok saçma bir fikirdi bu ama aklına girmişti bir kere. bir süre daha bekledi pencerede. kendi kendine “saçmalama oğuz” deyip duruyordu. bir yanının çoktan merdivenleri inmiş olduğunu, bir bozguna uğramışlık duygusuyla fark etti. artık kaçışı yoktu.
düşercesine merdivenleri indi. hala kendine inanamıyordu. adını deli mühendise çıkarmak üzereydi. kendi odasının tam altında olması gereken kapıyı buldu. mimarların ofisiydi burası. bu kurumda mimar olduğunu bilmiyordu. kapı açık olsa ne olurdu sanki diye düşündü. uzaktan bakabilirdi en azından.
okul yılları geldi bir an aklına. okul müdürünün odasının önünde yaptığı o saçmalık. kapıyı çalar gibi yapıp kaçmıştı. yaşadığı heyecan inanılmazdı. son anda kurtulmuş olma hissinden de garip bir haz almıştı. yine yapmak istedi. ama formdan düşmüştü belliki. etrafı kontrol etmeyi unutmuştu. kapıyı çalar gibi yaptıktan sonra çocuksu bir gülümsemeyle arkasını döndüğünde karşısında o vardı.
- duyulmasını istiyorsanız daha sert vurmalısınız.
***********
devam edecek…

16 Eylül 2010 Perşembe

teslimiyet - giriş

günün en güzel saatiydi. işten çıkmış, yemeğini yemiş, kendini dışarı atmıştı. bugün kimseyle görüşmeyeceği evden çıkarken yanına aldığı kitabın arasındaki kağıt ve kalemden belliydi. belli ki biraz okumak, bir kaç cümle karalamak istiyordu.
bunları evde yapmak daha mantıklı olurdu. ama aile ile yaşamak zordu. hele ki onca yıl sonra. liseyi yatılı okulda bitirmiş, üniversiteyi başka bir şehirde okumuş, askerliğini de yine uzakta bir yerde yapmıştı. telefonda konuşmaktan da pek hoşlanmazdı. yazdan yaza ondaki değişimi görmek dışında ailesi onun kim olduğunu bilmiyordu. sadece yazdan yaza gidilen köylerdeki kavaklar gibiydi. yıldan yıla uzamasını ve sonunda kesilmiş olduğunu görüyordunuz. tıpkı o köylerde yaşayan uzak akrabalar gibi. çocuklar yıldan yıla uzuyor, yaşlılar yıldan yıla ölüyordu. ve o da köydeki uzaktan akrabalara dönmüştü ailesi için. yabancılaşmış. uzaklaşmıştı.
adımlarını yavaşça atıyordu. elleri ceplerinde soğuk havayı ciğerlerine çekiyordu. düşünceli bir hali vardı. yüzündeki görmeye henüz alışmamış olduğu çizgiler daha belirgindi bugün. otuz olmadan ne onu terk eden saçlarını ne de çizgilerini önemsemeyeceğini biliyordu. henüz bir yaşlılık emaresi olarak görünmüyorlardı. ilk sokaktan sağa saptı.
sadece yalnız geldiği bu yere hiçkimseyi davet etmemişti bugüne kadar. canı sıkkın olduğu, sürüden ayrılmak istediği bir gün tesadüfen bulmuştu burayı. dışarıdan bakıldığında bir kafeden çok bir antika dükkanını andırıyordu. ara sokakta olması dolayısıyla pek değişmeyen müşterileri vardı. aynı yüzler her akşam oradaydı. bir çoğu mekanın sahibi, garsonu ve aşçısı olan muzaffer amcayı tanıyordu. oğuz ise adını başkalarından duymuş. hiç sohbet etmemişti. muzaffer de diğer masalarda oyalandığı kadar onun masasında oyalanmıyordu. istenmediğini anlayabilen ve buna bozulmayanlardandı. yine de kayıtsız olmadığı aşikardı. oğuz’un farkındaydı.
- hoşgeldiniz. ne alırsınız?
- hoşbulduk. bir sütlü nescafe lütfen.
- tabi. getiriyorum.
babası yaşında bir adam tarafından hizmet edilmek rahatsız ediyordu oğuz’u. kadın olsa belki daha kolay olabilirdi. alışkın değildi yaşlı erkeklerin hizmet etmesine. bir an kendi babasını hayal etti ona kahve taşırken. görüntüyü gözünde canlandırmayı bile başaramadı. babası değildi sonuçta, vicdan muhasebesi anlamsızdı. yine de ilk geldiği zamanlara göre epey yol kat etmişti oğuz. ilk zamanlar sigarasını saklıyordu patron garsonla göz göze geldiğinde. sanki kül tablasını boşaltan o değilmiş gibi. 
kahveyle birlikte şekerlik de getirdi muzaffer amca. şekerlikten dört tane şeker aldı muzaffer. üçünü fincana atıp karıştırdı. diğerini de tadına baktıktan sonra atıp tekrar karıştırdı. kitabın kapağını açtı. kahvesinden bir yudum alıp ilk cümleyi okudu. “şimdiye kadar tesadüf ettiğim insanlardan bir tanesi benim üzerimde belki en büyük tesiri yapmıştır.” bir zamanlar ilk cümlenin bir romanın tamamını ele verdiğini duymuştu. kitabı kapattı ve cümleyi önündeki not kağıdına yazdı. uzun uzun baktı.
önemli biri vardı kitapta belliki. o her kimse kitap da oydu. sonra kendi hayatını düşündü oğuz. kendisini böyle etkileyen kimse olmamıştı. ama daha erkendi belki de. henüz onunla tanışmamış olabilirdi. belki de bu akşam dedi oğuz. belki de bu akşam onunla tanışacağım akşam. peki o zaman kim olabilirdi?
belki tam şu anda buradaydı. kafasını kaldırıp, etrafına baktı. üç masa vardı. ve aradığı kişin üç masada da olmadığına emindi. bu mekan için doğaldı. menüde kahvenin dışında huzur ve saygı vardı. dostluk yoktu. tam karşısında konuşacak bir şeyleri kalmamış bir çift, cep telefonlarına gömülmüş sıkılıyorlardı. onların çaprazında iki sivilceli hayat doluydu. oğuz’un özellikle uzağına oturduğu masada ise dedikodu yapan orta yaşlı kadınlar vardı. diğer iki masa boştu. ve muhtemelen gece boyu boş kalacaktı. 
umutlandığı o kısacık andan sonra, tekrar kitabına döndü. raif efendiyle beraber önce ankara’da sonra berlin’de sokakları arşınladı. maria puder’e aşkını sanki yanındaki sandalyeye oturmuş anlatıyormuş gibi dinledi. raif efendi’yle derin bir dostluk bağı kurdu. ona kızdı, onu kıskandı. ve sonunda ona acıdı. “hayat yalnızca bir kez oynanan bir kumar ve ben onu kaybettim.” dediğinde gözlerinden yaşlar süzüldü. raif efendiyle garip bir bağ kuruldu arasında. sanki bir kitaptan okumuyor da onunla aynı dünyada yaşıyormuş gibi hissetti kendini.
aralarındaki garip benzerliklere şaşırdı. kendini ifade edemeyen, hiçbir şey isteyemeyen bir adamdı raif. peki oğuz’un ne farkı vardı ondan? daha dün dolmuşta “inecek var” demekten çekindiği için yarım saat yürümek zorunda kalmamış mıydı? o da raif gibi edilgendi. ve onu bundan kurtaracak bir kürk mantolu madonna da yoktu. “hayat yalnızca bir kez oynanan bir kumar”dı ve oğuz kaybetmeye mahkumdu. bu onun yazgısıydı.
hesabı ödeyip kafeden ayrılırken tek düşündüğü neden böyle bir yazgıyı kabullenmek zorunda kaldığıydı? buna bir müdahalesi neden olamıyordu. sanki gizli bir el onu her gün biraz daha sıkarak boğuyordu. kendine bu yazgıyı biçen ve ona hiçbir çıkış yolu bırakmayan o gizli eli bükmek, kırmak istiyordu. bir şeyler olabilirdi. daha iyi bir dünya mümkündü. bir süredir hep aklında olan gitmek arzusu, böyle zamanlarda daha da derinleşiyordu. uzak şehirlerin büyüsüne kapılıyordu.
****************
devam edecek…

25 Ağustos 2010 Çarşamba

deli

polise gittim. kaybettim dedim. onu kaybettim. bulun dedim. kim dediler. önemli dedim. çok önemli biri. benim için en önemli. en son nerede gördün dedi polis. rüyamda dedim. kızdı bana. dalga geçme dedi. dalga yok dedim. ne zaman gördün en son dedi. bir saat önce dedim. kızdı yine. git dedi. canımı sıkma dedi. gittim. 

bir adam gördüm yolda. ona sordum. kimi arıyorsun dedi. önemli dedim. çok önemli biri. ama kim dedi. rüyamda gördüm dedim. güldü. git dedi. bakırköy'e git dedi. orada bulurlar dedi. tamam dedim. sevindim. koştum.

meydana geldim. biletçiye dedim. ben onu arıyorum. gördün mü dedim. kim dedi. hemşehrim dedi. hatırlamıyorum dedim. güldü. deli dedi. üzüldüm. nasıl unuttum dedim. tüh dedim. biletçi kızdı. sövdü bana. tükürdüm diye kızdı. ben ona tükürmedim. kendime tüh dedim. ben de sövdüm ona. kızdı. koştum ben de. denize koştum. 

onu sordum denize. gördün mü dedim. cevap vermedi. yine sordum. yine söylemedi. sövdüm ben de. acı sövdüm. çok sövdüm. gülmedi kimse. kadın vardı. korktu o. çocuğu vardı ağladı. ağlama dedim. kadın kızdı bana. git dedi. çocuk ağladı yine. çok ağladı. 

kadın gitti. ben de gittim peşinden. onu gördün mü dedim. sövdü o da. çocuk ağladı çok. çocuk ağlama dedim. ağladı çocuk hep. sus dedim. kızdım ona. susmadı. ağzımı kapattım. kadın vurdu bana. sövdüm ben de. vurdum ona. çok vurdum. çocuk ağladı yine. çocuğun ağzını kapattım yine. çok ağlama dedim. nefesin bitecek. tuttum ağzını nefesi bitmesin dedim. morardı çocuk. 

polis geldi sonra. buldunuz mu dedim. onu buldunuz mu. vurdu polis. sopayla vurdu. çok vurdu polis. sonra onu gördüm. bana baktı, güldü. sevindim ben. neredesin? seni arıyorum dedim. güldü bana. sorma dedi beni. onlara sorma dedi. onlar bilmez beni. anlamaz seni. özledim seni dedim. nerede bulurum seni dedim. yine gidersen dedim. gitmek yok artık dedi. 

beraberiz bundan sonra.