- duyulmasını istiyorsanız daha sert vurmalısınız.
- duyulmasını istemiyorum sanırım.
- neden?
- önemsiz bir şey için rahatsız etmek istemedim içeridekileri
- içeride kimse yok.
- ah evet… madem öyle ben işimin başına dönsem iyi olacak.
- hayır hayır. diğer arkadaşım izinde. mimar benim.
- öyle mi? dedim ya önemsiz bir şeydi.
- iyice merak ettim şu önemsiz şeyi.
- şey… bir konuda bilgi almak istedim.
- nedir?
- mimari bir proje çizdirmek istiyorum da. hazır kurumda da bir mimar varken danışmak istedim.
- buyurun içeri geçelim. bu arada adım deniz. siz?
- ben de oğuz. memnun oldum.
odaya geçerlerken oğuz’un yüzündeki kızarıklık biraz olsun azalmaya başlamıştı. ama deniz’in harika gülümsemesi bir an olsun kesintiye uğramamıştı. gülmek ne çok yakışıyordu bu güzel yüze. kafasını kaldırıp bu güzelliği doya doya seyretmediği için sonradan kendine kızacağını tahmin etmesine rağmen, gözleri odanın farklı yerlerine odaklanıyordu. bir an için göz göze geldiklerinde ise,
“nedir bu mimari proje” diye sordu deniz. attığı yalanı unutmuş olan oğuz yeniden kızardı. başını önüne eğdi. o sırada yusufçuğu gördü.
- e söyle bakalım şimdi ne yalan söyleyeceğim yusufçuk?
- uydur işte bir şeyler oğuz. çok mu zor?
- zor tabii. ya yalan söylediğimi anlarsa.
- anlamaz anlamaz. rahat ol. hem anlasa da hiç önemi yok.
- nasıl bu kadar rahat olabiliyorsun anlamıyorum. sen soktun beni bu duruma.
- daha ne istiyorsun? şu kadının güzelliğine bak. ben olmasam rüyanda göremezdin onu. bu kadın senin maria puder’in olabilir.
- maria puder… evet bir yalan uydurmalıyım. ama ne?
- memleketteki eski evin restorasyonu diyebilirsin mesela.
…..
- çocukluğumun geçtiği evin restorasyonu için bir mimari proje çizdirmek istiyorum.
- ah ne güzel. bu çok eğlenceli olacaktır.
- evet o günlerin yeniden canlanması gibi olacak.
- isterseniz evi gidip beraber görelim. ben size yardımcı olabilirim bu konuda.
- gerçekten mi?
- tabii. neden olmasın? hem benim için de bir değişiklik olur.
- tamam o zaman. ben kalkayım. haberleşir, gideriz bir gün. ev zaten buraya yarım saat uzaklıkta.
- ah ne iyi. nasılsa burada aynı binada çalışıyoruz.
- evet.
- o zaman görüşürüz.
- görüşürüz. iyi mesailer.
…..
oğuz kapıya çarparak da olsa çıkmayı başardı. çıkar çıkmaz da kendini tuvalete attı. titreyen elleriyle kızaran yüzünü yıkadı. yusufçuğa çok içten bir teşekkür etti. aynada günlerce silinmeyeceğine emin olduğu bir gülümseme ile kendine baktı. uzun zamandır başına gelen en güzel şeydi bu. heyecanlı ve mutluydu. yeni başlayan bir hikayesi vardı artık. kendi maria puder’ini bulmuş olabilirdi.
mühendis odasına bugün ikinci kez girdi. ama bu kez sanki bambaşka biriydi. iki oda arkadaşına günaydın derken yaşama sevincini ve yüzündeki salak gülümsemeyi saklamak için çırpınıyordu. sanki yusufçuğun geldiği andan itibaren bir rüyada yaşıyor gibiydi. sanki o masadan hiç kalkmamış, bilgisayarın açılmasını beklerken uyuyakalmıştı.
gün bitene kadar deniz’i düşündü. gülerken dudaklarının aldığı şekli, odayı dolduran parfümünü, saçlarının rengini düşündü. saçlarını okşadığını, gözlerindeki pırıltıda aydınlandığını hayal etti. sonra o elleri düşündü. beyaz ve pürüzsüz elleri. kıvrımlarında bir oyun parkı saklıydı sanki o ellerin. büyüsüne kapılmamak elde değildi. ellerini düşündüğünde sanki çok uzun zamandır onu tanıyormuş gibi hissetmişti. yılar önce kaybettiği bir hayati organını bulmuş gibi yeniden hayata gözlerini açmıştı şimdi. gerçekten soluk alıyordu. kalbi yeniden atmaya ancak başlamıştı.
mesainin sonuna yaklaşırken yanlış yaptığını düşünmeye başladı. daha tanımıyordu onu. ve acı çekme ihtimali de vardı bu yeni başlayan hikayede. evli bile olabilirdi. parmağına bakmamıştı. yoksa bakmış mıydı? öyle doluydu ki onunla, bunları düşünmek için geç kalmış olabilirdi. kapı vurulduğunda saat beşe yaklaşıyordu. “girin” dedi oğuz. mesai arkadaşları erken çıkmıştı.
deniz kapı arasından uzanmış rahatsız edip etmediğini soruyordu. oğuz’sa “bu dünya eğer seni rahatsız ediyorsa, içindekilerle birlikte yok edebilirim” demek istiyor “ama hayır buyurun” ile yetiniyordu. akşama bir randevusu varmış ama iptal olmuş, isterse bugün gidebilirlermiş eve bakmaya.
oğuz o an kendini bir boşlukta yüzerken buldu. ağırlıksız ve hatta bedensiz bir halde. bugünün hayatının en güzel günü olduğuna emindi. tabi gidelim dedi. kapının kolundaki eline baktı. yüzük yoktu.
arabayı almak için oğuz’un evine kadar yürüdüler. sabah geçtiği yolları geri yürürken, hayatının nasıl bir anda değiştiğine hayret ediyordu. sabahki geniş caddeler şimdi oğuz’un sığamayacağı kadar küçülmüştü. kendini dev gibi hissediyordu onun yanında. arabaya binip de çocukluğunun geçtiği ilçeye gelene kadar meslek hayatlarından, devlet memuru olmaktan, üniversitelerinden bahsettiler. ikisi de uzun zaman bu şehirde olmadıklarını söyledi. yol biterken deniz’in de çocukluğunun bu küçük ilçede geçtiğini öğrendi oğuz.
eve yaklaştıklarında ikisi de suskunlaştılar. nihayet oğuz arabayı park ettiğinde, deniz arabadan inip etrafa dikkatlice baktı. sonra hiç tereddütsüz oğuz’un çocukluğunun geçtiği eve doğru yürüdü. bahçe kapısını açıp evin arkasına doğru dolaştı. oğuz sessizce onu izledi. deniz etrafı kusursuz bir dikkatle inceledi. sonra evin bahçe duvarına doğru ağır adımlarla yaklaştı. durdu. izledi. yere eğilip ellerini çamurun içine daldırdı. avuçlarını evin duvarına yapıştırırken gülümsüyordu.
deniz duvardan uzaklaşıp, bahçe kapısına yürürken oğuz’un gözleri duvarda kalan el izlerindeydi. tatlı bir rüzgar esti sonra. rüzgar oğuz’un ruhunu bedeninden sıyırıp, yıllar öncesinden aklında kalan o kırmızı yaz akşamlarına doğru sürükledi. ilk aşkın büyüsüne uzanan içsel bir yolculuğa çıktı oğuz. deniz ile hikayelerinin asıl başlangıcına…
****
devam edecek…